Meşru Savunmanın Tarihsel-Toplumsal Boyutu DIJWAR SASON

By on 24 December 2016 0 1014 Views

Üçüncü Dünya savaşının merkezinde yer alan Ortadoğu bölgesi 2016 yılında kapsamlı bir savaş sürecini yaşadı. Bu bölgenin merkezinde yer alan Kürt özgürlük mücadelesi içinde 2016 yılı önemli bir mücadele yılı olmuştur. 2017 yılı ise geçmişi aşan tarihi gelişmelerin yaşanacak bir yıl olacaktır. Kürt özgürlük hareketi açısından Özyönetim ilanıyla başlayan ve YPS ile gelişen direnişler yeni bir dönemi aralamıştır. Öncelikle Özyönetim Direnişlerinin birinci yıldönümüne girerken tüm Kürdistan şehitlerini anıyoruz.

Kürdistan Devrimci Halk Savaşı deneyimi yeni bir aşamadan geçmektedir. Sorunun çözümü konusunda Özgürlük Hareketi tarafından gösterilen tüm çabalar sömürgeci TC rejimi tarafından boşa çıkarılmıştır. Böylece Kürdistan devrimi tekrardan sert bir mücadele sürecine evirilmiştir. Bazı kesimlerin çarpıttığı gibi sorun hendek siyaseti olmayıp özü Kürt toplumunun kendi kaderini belirleme siyasetidir. Yüreklerinde ve beyinlerinde zerre adalet bulunmayan, ahlak ve vicdandan mahrum kalmış sömürgeci sistem medyasının, resmi modernite ideologlarının, AKP faşizminin kalemşörlerinin ve onların işbirlikçi itirafçı tövbekâr sözde entelektüellerinin yazdıklarına ve söylediklerine bakmaksızın hakikati ortaya koymak bir insanlık görevi olmaktadır. Kaleme alınan bu makale bu paralelde sorunu meşru savunma kapsamında tarihsel, toplumsal, ahlaki, ve hukuksal boyutuyla irdelemeyi amaçlıyor. Çünkü Kürt toplumu belki de tarihin en ahlaksız sistemi ve onun işbirlikçileriyle yüz yüzedir.

Her şeyden önce meşru savunma insanın kendini var kılmasıyla bağlantılı olarak tarihsel bir olgudur. Meşru savunma; halkların ve toplulukların en başta varlıklarını, temel değerlerini ve yaşam alanlarını olan yurtlarını koruma ve geleceklerini özgürce belirleme iradesidir. Meşru savunma; Ahlaki ve politik toplumun eyleme dönüşen örgütsel bilincidir. Bu anlamda, tarih boyunca gelişen birçok direnme ve mücadele biçimi meşru savunma kapsamındadır. Zorbanın zorbalığına, zalimin zulmüne, işgalcinin işgaline, sömürücünün sömürüsüne, kadının tahakkümcü ataerkil sistemine, kısacası ; her türlü, tahakküme, haksızlığa, sömürüye ve adaletsizliğe karşı koyarak direnmek meşru savunma anlamını taşır. Egemen sistemin hukuksal ya da yasallığıyla değerlendirilemez. Meşru savunmanın meşruluğu dayandığı demokratik toplumsal olgudur. Bu açıdan meşru savunma evrensel bir haktır. Ataerkil sınıflı toplumla şekillenen ve toplumlar üzerinde iktidarcı-devletçi-talancı tahakküm kuran sömürücü sisteme karşı özgürlükçü her türlü toplumsal direnmeler ve başkaldırılar mücadeleler bu çerçevededir. Zorla köleleştirilmiş kölenin efendiye, toprağından edilmiş köylünün ağaya/derebeyine, emeğinin karşılığını alamayan proletaryanın kapitalist burjuvaziye, ülkesi işgal edilmiş, sömürgeleştirilmiş ulus ve toplumun sömürgeciye, binlerce yıldır kapatılıp köleleştirilen kadın ulusunun ataerkil sisteme karşı kurtuluş ve özgürlük direnişi kutsal savunma anlamına gelmektedir. Zalim Nemrut’a karşı İbrahim’in, acımasız Firavuna karşı Musa’nın, köleci Roma zulmüne karşı Spartaküs ve İsa’nın, insanı diri diri toprağa gömen cehalet sistemine karşı Muhammed’in direnişi ve diğer benzeri tüm mücadele ve direnişleri bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir.

EVRENSEL HUKUKTA MEŞRU SAVUNMA HAKKI

Meşru savunma yaşamı ve geleceği tehdit altında olan her canlı organizmanın mutlaka gerçekleştirmesi gereken bir zorunluluktur. Bu zorunluluk ilkesi insan toplulukları için çok daha geçerlidir. Toplumlar tarihinde çok uzun dönemleri kapsayan mücadeleler sonucu evrensel düzeyde kabul edilmiş prensip veya haklar söz konusudur. Meşru savunma olgusu da böyle bir haktır. Çağımızda meşru savunma hukuksal bir hak olarak kabul edilmiştir. Hukuk mücadelesi yaşadığımız çağda gittikçe önem kazanmakta ve sorunların çözümünde ivme kazanmaktadır. Çeşitli toplumsal kesimlerin binlerce yıllık direnişiyle demokratik kazanımlar elde edilmiş ve bu kazanımlar uluslararası normlara dönüşmüştür. Bu uluslararası normlar temelinde birey, sınıf, ulus, din-mezhep, cins ve farklı kültürlere dayalı gruplar, hukuksal açıdan bu kazanımlara kavuşmaktadır. Evrensel Üç kuşak temel haklar bu temelde geliştirilmiştir.

İnsan Hakları: Sınıf, ulus, din, cinsiyet, etnik, grup ve ırk ayrımı yapılmadan insan oldukları için herkesin sahip olması gereken özgürlükler ve bunların güvenceye kavuşturulmasını ifade eder. Uluslar arası hukukta belirlenmiş bu üç kuşak haklar şunlardır.

1.Kuşak Haklar: Bireysel sivil ve politik temel haklar. Düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü, örgütlenme, toplantı ve gösteri hakları, anadilde eğitim, yaşam vb. haklar

2.Kuşak Haklar: Ekonomik, sosyal, toplumsal ve kültürel haklar.

3.Kuşak Haklar: Grup ya da Topluluk hakları. Halklar ve Halkların kültürel, ulusal varlıklarını özgürce geliştirme ve yaşama hakları

Bu haklar insanlığın binlerce yıla uzanan mücadelesiyle kazanılmış olup ezilen, sömürülen sınıf, ulus, kadın ve halkların yarattığı mevzilerdir. Demokratik değerlerdir. Günümüzde de bu uğurda verilen mücadele hızından hiçbir şey kaybetmeden sürmektedir. Zira hukuksal alanda kazanımlar ve haklar tanımlansa da ve kabul edilmiş olsa da günümüzde bu hakların kullanılmasında egemen sistemler ciddi sorunlar ve engeller çıkartmaktadır. Bu doğal demokratik hakların kullanılmasında getirilen kısıtlamalar, uygulanan politik çifte standartlar ve bu yönlü toplumsal taleplere şiddetle karşılık verilmesi çağımızda temel bir sorunu teşkil etmektedir. Uluslar arası sözleşmelere imza atmış devletler dâhil, uygulama problemleri yaşanmaktadır. Demokratik ve hukuki bu normlar siyasi ve ekonomik çıkarlara endekslenmiştir. Dolayısıyla halkların yaşadığı problemler aktif bir çözüme tabi tutulmamaktadır. Hâkim hale getirilen, halkların ve toplulukların hak ve çıkarı değil devletlerin ve egemen sınıfların çıkar ilişkileri olmaktadır. Öyle ki, insanlığın binlerce yıldır yarattığı yeryüzü maddi ve manevi zenginlikleri egemen azınlık bir sınıfın elinde toplanır ve burada sınırsız bir tüketim yaşanırken, insanlığın ezinci çoğunluğu sefalet düzeyinde bir yaşama mahkûm edilmektedir. En büyük hak gaspı öncelikle bu alanda yaşanmaktadır. Oysa tüm insanlık yaratılan bütün zenginlik ve birikimlerden eşit düzeyde yararlanma hakkına sahiptir. Ancak bu eşit paylaşım, sınıflı kapitalist sistemde gerçekleşemez. Sosyalizme dayalı Demokratik Komünal mücadelenin haklılığı ve meşruluğu bu gerçeklikten doğmaktadır.

Kapitalist modernitenin sömürücü, iktidarcı-devletçi ve milliyetçi zihniyeti yüzünden çağımızda kriz derinleşmiş ve ciddi birçok sorun yaşanmaktadır. Bu nedenle gerek dünyada, gerekse Ortadoğu’da birçok sorun çözümsüz bırakılmaktadır. Yaşanan bu kaotik ortamda halklar açık bir imha, işgal ve soykırım kıskacına alınmaktadır. Varlıklarını koruma ve özgürlüklerini sağlamak isteyen toplumların meşru müdafaası bu aşamada zorunluluk haline gelmektedir. Kürt sorununun çözümsüzlüğünün altında da aynı nedenler yatmaktadır. Kürdistan’ı işgal altında tutan; dil, kültür, kimlik gibi doğal hakların kullanılmasına bile fırsat vermeyen, her türlü insani, demokratik hak ve istemi şiddet ve baskı kullanarak vahşice bastıran, inkâr ve imhada ısrar edip ve bu konuda hiçbir hukuku tanımayan sömürgeci rejimler karşısında meşru savunma hakkının kullanılması kaçınılmaz tarihi bir görev olmaktadır. Kürdistan’da savaş tercih değil bir zorunluluktur. Var olmanın yegâne şartıdır. Bugün yürütmekte olduğumuz silahlı mücadele bu haklılığa dayanmaktadır. Zira Kürt toplumu klasik sömürgeninde ötesinde bir statüsüzlüğe mahkûm edilmek istenmiştir. “Siyasi anlamda sömürgecilik, ekonomik anlamda açlık, işsizlik, yoksulluk ve talan, kültürel anlamda asimilasyon ve soykırım, askeri olarak da işgal konumunda” bulunmaktadır. İşgalci güçlerin bu siyaseti Kürt toplumunun demokratik komünal değerlerini dağıtıp ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Böylesi bir ortamda direnme ve özgürlüğüne sahip çıkma görevini yerine getirmemek en başta kendine, özgürlük ve demokrasi mücadelesi vermiş insanlığa ihanetle eş değerdir. Temel bir hukuku çiğnemedir.

“Hukukunu istememek, kullanmamak en büyük hukuksuzluktur. Bunun olduğu yerde orman kanunları geçerli olur. Dolayısıyla hakkı olan tüm birey, topluluk ve halklar, haksızlıklar karşısında sessiz durmakla hukuku çiğnemiş olurlar. Hak istemek ve zorla hakkı elinden alındığından gerekirse ayaklanmak, kutsal direnme hakkıdır. Hukukun ve adaletin oluşmasının da özüdür. Hiçbir kişi veya halkın hukuksuzluk karşısında susma, boyun eğme hakkı olamaz. Asıl hukuku çiğneme, bir toplum ve devleti zehirleme bu boyun eğmeden kaynaklanır. Meşru savunma, hukuku doğurmada ve kullanmada asla vazgeçilmeyen temel hukuksal duruştur. Bunun gereklerini yerine getirmeyen birey, topluluk ve halkların kendini insandan sayma ve şikâyet etme hakları olamaz. Özellikle tüm evrensel hukukun vazgeçilmez haklar haline getirip resmileştirdiği Birinci, İkinci ve Üçüncü Kuşak Hakları olan bireyin medeni, ekonomik, sosyal hakları ile halkların kültürel ve kaderlerini kendi belirleme hakları çağın yükselen değerleri olup, demokratik uygarlığın dayandığı köşe taşlarından birini oluşturmaktadır.” (Önderlik )

Hareketimiz kırk yıllık mücadelemizin köklü analizini yaparak devrimci şiddeti, devlet kurmak ve yıkmak temelinde değil, meşru savunma pozisyonunda kullanma ilkesini benimsemiştir. Bu anlayışa Önderliğin yeni paradigmasıyla ulaşılmıştır. KCK projesiyle Kürdistan toplumunun özgürlüğü, devletçi paradigmaya dayalı, klasik ulusal kurtuluşçuluk ve isyancılıkla değil, esas olarak Kürt halkının Demokratik Ulusal-Toplum örgütlenmesi ve bunun komşu halklarla demokratik birlik ilişkisi içinde ele alınmaktadır. KCK bu yönüyle Kürt halkını özgürleştirme stratejisidir. Meşru savunma ise bu temel stratejinin koruyucu ve savunucu gücüdür.

Hareketimiz demokratik ve barışçıl bir çözümün geliştirilmesi için ve yine BM Cenevre Sözleşmesine zemin yaratmak amacıyla defalarca ilan ettiği ateşkesler tek taraflı olarak sürdürülmesine karşın sömürgeci devletler, olumlu bir yanıt vermek bir yana şiddeti ölçüsüz bir şekilde daha da kullanmaktan geri durmamışlardır. Varlığı ve kültürel hakları inkâr edilen, değerleri talan edilen, her türlü çağdışı saldırıya maruz bırakılan bir halkın başvuracağı meşru savunma savaşı bir seçenek değil, varlığını, onurunu, özgür yaşamını, değerlerini koruyacağı ve geleceğini/ kaderini belirleyeceği bir mecburiyet olarak öne çıkmaktadır.

Nitekim BM Cenevre Sözleşmesi sömürge rejimi altındaki halkların self determinasyon ilkesi uyarınca bağımsızlıklarını kazanma mücadelesi, bir devletin iç güvenliği sorunu biçiminde değerlendirilmeyip, uluslar arası ilişkilerde kuvvet kullanmasının yasaklanmasının kapsamında değerlendirilmektedir. TC sömürgeci rejiminin ısrarla sorunu ”terör” düzleminde ele alması bu nedenledir. Meşruluğuna gölge düşürme amacıyladır. AB, ABD gibi güçlerde bu sorunun kaynağını ve mücadelenin meşruluğunu bilmekte fakat siyasi ve ekonomik çıkarları gereği ikiyüzlü bir tutum sergilemekte ve uluslar arası hukuku Kürtler’ e tanımamaktadırlar.

BM Genel Kurulu 24 Ekim 1970 tarihli ve 2625 sayılı kararıyla halkların direnme savaşını hukuken tanımıştır. 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesine ek uluslar arası çatışmalara ilişkin ’77 tarihli birinci protokolün ¼ maddesi geleceğini kendisi belirleme hakkı çerçevesinde sömürgeci üstünlüğe, yabancı işgaline ve ırkçı rejimlere karşı mücadele eden halkların silahlı çatışmasını uluslararası çatışma olarak değerlendirmektedir. Uluslar arası planda kabul edilen birçok sözleşme de halkların ve grupların hak gaspı durumunda başvuracağı yollar silahlı savunmayı / savaşı da içermektedir. Fakat hiçbir halk, sınıf veya grup zorunlu olmadıkça savaşı ve silahlı mücadeleyi tercih etmez. Savaş anacak sömürücü ya da sömürgeci/işgalci hâkim sistemlerin halklara, sınıflara veya gruplara farklı bir çözüm yolu bırakılmadığında gündeme gelir. Bunun adı da meşru savunma hakkının kullanılması olmaktadır.

Hareketimizin ortaya çıkardığı mücadele gerçekliği bu perspektifle ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Kürdistan’da meşru savunma temelinde gelişen devrimci halk savaşı koşulları ve nedenlerini Önderlik 5. Savunmasında ayrıntılı bir biçimde ortaya koyar. “ Kavram olarak devrimci halk savaşından kuşku duymuyorduk. Böylesi bir süreç yaşanmadan ne kimlik ne de özgürlük söz konusu olabilirdi. Bu amaçla daha ilk başlarda tarihsel toplumda zorun işlevi üzerinde yoğunlaşmaya çalışıyorduk. Kaldı ki, her gün, her saat iliklerimize kadar kendini hissettiren çıplak zor güçleri meydandaydı. Zorla fetih sadece bir egemenlik hakkı olarak değil, Allah’ın emrinin gereği de sayılıyordu. Genelde olduğu gibi, Kürdistan üzerinde egemenlik kuran güçlerin geleneksel olduğu kadar moderniteye dayalı ideaları da bu yönlüydü. Kürdistan geçmişten beri fethedilmiş bir ülke veya toprak parçasıydı. Tanrının emrinin gerekleri yerine getirilmişti. Modernite unsurları söz konusu olduğunda ilave gerekçelerle egemenlik hakkı asla tartışılmazdı. Azami kâr kanunu ve sanayileşme ihtiyaçları geniş toprakları ve pazarları zorunlu kılıyordu. Ulus-devletçi egemenlik anlayışı, asla bölünmez ve başkalarıyla paylaşılmaz güç teorisine dayanıyordu. Sınırların bir karışıyla dahi oynanmazdı. Bir çakıl taşı bile verilemezdi. Adeta ol deyince olduran bir tanrısallık, daha doğrusu ulus-devlet tanrısallığı kendisini eski tanrısallıklardan bin kat daha fazla güçlendirilmiş egemenlik, merkezi güç, homojen toplum, mutlak köle vatandaş ve her konudaki tekçi (‘tek vatan’, ‘tek dil’, ‘tek kültür’, ‘tek bayrak’, ‘tek marş’ vb.) anlayışlar ve emrindeki güçlerle tartışılmaz kılıyordu. En ufak bir tartışma ve karşı tez, ‘vatanın birlik ve bütünlüğü’ne yönelik en tehlikeli suç olarak yargılanıyor ve en ağır cezayla cezalandırılıyordu. Böylesi koşulların bütün söylem ve eylemleriyle kendisini konuşturduğu ve geçerli kıldığı bir ortamda en ufak bir karşı ideada bulunmak, ancak kendini zor yöntemleriyle savunmakla mümkün olabilirdi. Bu tartışılmıyordu. Tartışma bunun stratejik ve taktik gereklerine ilişkindi. Nitekim PKK’nin çıkış döneminde meşru savunma araçları tereddütsüz kullanılmıştı. PKK bir nevi milis güç olarak kendisini örgütlemek zorundaydı. Aksi halde bir gün bile ayakta kalamazdı. Kalsa bile diğer güçlerden farkı kalmaz ve tasfiye olmaktan kurtulamazdı.”

Bu doğrultuda değerlendirildiğinde özgürlük, demokrasi ve ulusal kurtuluş savaşları özünde meşru müdafaa savaşlarıdır. Çağımızda egemen sistemlerinde yadsıyamadığı temel bir gerçeklik olan meşru savunma; insanlığın, zorbalık, zulüm, sömürü, işgal, işkence, talan vb. haksız ve insanlık dışı uygulamalar karşısında direnmesi, karşı koyması ve kendini savunması bakımından herkesin kabul ettiği ve uluslar arası anlaşma ve sözleşmelerle çerçevelenmiş bir husustur. Bu hak hem bireyler hem de toplumlar açısından geçerlidir. Kürdistan halkı durumundaki sömürgeleştirilmiş ülkelerde meşru savunma hususu net tanım ve ölçülere kavuşturulmuştur.

Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri sonucu bağımsızlıklarını kazanan uluslar kendi devletleriyle BM’ye kabul edildiler. Bunu sağlayan bağımsızlık, eşitlik ve özgürce kendi kaderini tayin hakkı da doğal olarak BM belgelerinde yer almaya başladı. Ve genel bir ölçü haline geldi. Böylece ezilen halklar kendi gücüyle büyük bedeller pahasına gerçekleştirdiği mücadele sonucu meşru savunma savaşını uluslar arası hukukun temel bir hakkı haline getirmiş oldu. Sınıf mücadeleleri siyasal, ekonomik ve sosyal haklarını geliştirip demokratik hukuka kavuştururken, ulusal kurtuluş mücadeleleri de halkların toplumsal, kültürel, ulusal ve bağımsızlık haklarını hukuk güvencesine aldı. Zaten anti-sömürgeci hareketlerin, mücadelelerin uluslar arası hukuktaki meşrutiyetini ve temelini bu hak oluşturmuştur. Nitekim bu hukuki hak ilk defa ifadesini Aralık 1960 yılında 18 yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerin üye olduğu 15. BM Genel Kurulunda alınan 1514 sayılı sömürgeciliğin Tasfiyesi Deklarasyonunda bulmuştur. Bu deklarasyonun çerçevesi şöyledir:

1-Halkları hâkimiyetine, yabancı boyunduruğu altına alma ve sömürüye tabi tutma, temel insan haklarını çiğnemek, kabul etmemek anlamına gelir. Bu durum BM şartına aykırılık arz ettiği gibi, dünya barışı davasına zarar vermektedir.

2-Bütün halklar kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir. Bu hak temelinde özgürce politik statülerini belirlerler ve onu özgürce şekillendirebilirler.

Bu deklarasyon halkların bir başarısıydı ve BM şartında var olan kendi kaderini tayin ve bunun için direnme, savaş yürütme hakkını tutarlı bir şekilde somutlaştırdı. Bu kararname özellikle ulusal kurtuluş mücadelesinin meşruluğunu gösterme yolunda önemli bir gelişme olmuştur ve halkların canı, kanı pahasına görkemli direnişlerle elde edilmiştir. Deklarasyonun en önemli yönü yabancı işgali/hâkimiyeti altında bulunma/tutulma olgusunu yani “işgal” ile “insan hakları” arasında doğrudan bağ kurmasıdır.

1966 yılına gelindiğinde ise BM Genel Kurulu Kendi Kaderini tayin hakkını iki insan hakları çerçeve sözleşmesinin başına koydu. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara dair Uluslar arası sözleşme ile Medeni ve siyasi haklara ilişkin Uluslar arası Sözleşmesi’nin 1. Maddeleri şu şekilde formüle edildi:

“Bütün Halklar Kendi Kaderini tayin etme hakkına sahiptir. Bu hak sayesinde özgürce siyasal statülerini belirler. Ve özgürce ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerine biçim verebilirler.”

1970 yılında BM’de kabul edilen başka bir deklarasyon yukarıdaki iki çerçeve sözleşmeye bağlı olarak halkların hangi yollarla kendi kaderini belirleyeceklerini metinsel (hukuki) güvenceye kavuşmuştur. Buna göre:

“Kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi yolları: Egemen ve bağımsız bir devlet kurulması, başka bir bağımsız devletle birleşme, böyle bir devlete üye olmak ya da halkın özgür kararıyla belirli başka siyasal statünün oluşması kendi kaderini tayin etme hakkının gerçekleştirilme yollarını ifade eder.”

Bu sözleşmeler kendi kaderini tayin hakkını sadece uluslar arası hukuk ve ilişkilerde bir siyasal prensip ya da bağlayıcılığı olmayan bir ilke değil, uluslar arası bağlayıcılığı olan emredici bir hukuk kuralı haline getirmiştir.

27 Haziran 1981 tarihinde İnsan Hakları ve Halkların Haklarına ilişkin Afrika şartı imzalandı. Bu şartın 20. Maddesi:

“Bütün halklar var olma hakkına sahiptirler. Onların tartışmasız ve vazgeçilmez olarak kendi kaderini tayin etme hakları vardır. Halklar özgürce politik statülerini belirler ve ekonomik, sosyal, kültürel gelişmelerini yine kendi iradeleriyle belirledikleri politikaya göre şekillendirirler.” demektedir.

İrdelediğimiz sözleşmeler ekseninde halkların kendi kaderini tayin iki şekilde gerçekleşmektedir. Bunlar: Ayrılmayı ifade eden “Dışsal kendi kaderini tayin hakkı” ile özgür ve eşit birlikteliği ifade eden “içsel kendi kaderini tayin hakkı” dır. Daha çok genel kabul gören ve gerçekleşen klasik tarz “Ayrılma”, “ulus-devlet” şeklinde olup devlet sahibi olma biçiminde olmuştur. Ancak “ulus-devlet” modelinin söylendiği gibi tüm ulusun olmadığı ortaya çıkmıştır. Ulus-devlet modeli toplumsal ihtiyaçları karşılamamaktadır. Aksine günümüzde en çok tartışılan, eleştirilen ve aşılmaya dönük arayışlar olduğu bir modeldir. Fakat biz uluslar arası hukukta kabul gören biçimiyle analiz etmeye devam eldim. İki tür kaderini tayin hakkını ortaya koyalım.

1-BAĞIMSIZLIK İLKESİ: AYRILMA İLE KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI

Tür olarak evrensel hukukta “dışsal kendi kaderini tayin hakkı” tarzında tanımlanmıştır. Burada “Ayrılma” temel kriterdir. Sözleşmelerde şöyle ifade edilmiştir.

“Egemen bir ülke içinde yaşayan bir azınlık, özellikle bu devlet içinde belirli bir bölgede yoğun olarak yaşıyorsa, ısrarla ve olağanüstü çabalarla siyasi ve toplumsal eşitlik ve kültürel kimliğini koruma hakkından yoksun bırakıldığı takdirde, uluslar arası hukukun, siyasi sözleşmelerce yasaklanan bu tür baskıcı uygulamaları sömürgecilik tanımının kapsamına alınarak söz konusu devletin emperyal olarak görülmesinden itibaren ayrılma hakkı tabi bir hak olarak doğar.”

Bu tür sorunu olan çoğu devletler sorunu çoğulcu, katılımcı demokrasi, güçlendirilmiş yerel yönetim ve hukukun üstünlüğü ilkesiyle halklara özgürlük alanı, kendini yönetme ve gerçekleştirme imkânı tanıyarak bütünlük içinde kendi kaderini tayin hakkını kabul etmektedir. Fakat TC gibi faşist sömürgeci devletler katı bir inkâr ve imha siyasetiyle her türlü seçeneğe fırsat vermemekte ve birlikte yaşama zeminini tüketmektedir. Bu açıdan “Ayrılma” ve öngördüğümüz KCK sistemini tek taraflı kendi topraklarımızda gerçekleştirme evrensel hukuka göre de meşru bir hak olmaktadır. Ve gündemimizde bu seçenek vardır. Özyönetim ilanlarıyla gerçekleşen halk direnişleri kendi kendini yönetme hakkından ileri gelmektedir. Kürtdistan meşru savunma direnişinin uluslararası hukukta yeri olsa da kapitalist modernitenin pragmatist tutumu ve ahlaksızlığı nedeniyle görülmezden gelinmekte ve faşist Türk rejiminin soykırımlarına sessiz kalınmaktadır. Zira T.C faşist rejimi de küresel sistemin bir halkası durumundadır.

2-DEMOKRATİK VATAN BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI

Tür olarak evrensel hukukta “içsel kendi kaderini tayin hakkı” tarzında tanımlanmıştır. Demokratik Özgür Birlik temelinde gerçekleşmektedir. Ayrılma yerine bulunulan devlet sınırları itibariyle “otonomi”,” Güçlendirilmiş yerel yönetimler”, “Federe Birimler”, “federasyon” veya uzun süre gündemde olan “Demokratik Özerklik” şeklinde gerçekleşmektedir. Rojava demokratik federasyonu buna örnek bir modeldir.

İçsel kendi kaderini tayin hakkı tercihi ancak demokrasi kanallarının açık olduğu, uzlaşı ve barış araçlarının siyasette etkin kullanıldığı koşullarda gerçekleşir. Model olarak ihtiyaç ve özgünlüklere göre değişkenlik arz edebilir. Örneğin; biz Demokratik Cumhuriyet temelinde Demokratik Özerklik çözümü ve talebini öne sürmekteyiz. Devletçi paradigmaya dayalı bir çözüm yerine demokrasiye ve Demokratik Topluma dayalı bir toplumsal ve ulusal örgütlülüğü esas almaktayız. Bunu demokratik ulus olarak projelendirmekteyiz. Tüm Kürdistan parçaları bakımından ise Demokratik Konfederalizm biçiminde somutluk kazanmaktadır. Tanım bakımından bu süreç “içsel kendi kaderini tayin hakkı” olarak hukukta ifadesini bulur.

Önderlik, geliştirdiği projesini şöyle ortaya koyar:

“Kürdistan içinse kendi kaderini tayin hakkı milliyetçi temelde devlet kurmak değil, mevcut sınırları sorun yapmadan ve sınırları esas almadan kendi demokrasisini kurma hareketidir. İran’da, Suriye’de, Türkiye’de ve hatta Irak’ta oluşacak bir Kürt yapılanmasında tüm Kürtler bir araya gelerek kendi federasyonlarını, birleşerek de bir üst konfederasyonların oluştururlar.

Demokratik Konfederalizm dört parçaya bölünmüş ve dünyanın her tarafına yayılmış olan Kürt halkının Demokratik birliğinin ifadesidir. Kürt ulusunun kendi içindeki sorunların çözümünde demokratik birlik ilkesini esas alır. Milliyetçilik temelindeki devletleşme eğilimlerini, çağını doldurmuş ulus-devlet anlayışının devamı olarak görür. Bu tür çözümler Kürt sorununu çözmede ve Kürt toplumunu ilerletmede yeterli olmayacağı için böylesi güçlerin demokrasiye, demokratikleşmeye açık olmaya ve demokratik ulus birliği temelinde konfederasyona katılmaya davet ediyorum. Demokratik Konfederalizm, demokratik derin zihniyete ve özgürlük bilincine dayandığı halklar arasında hiçbir ayrım yapmadan, tüm halkların eşit-özgür birliğini esas alır. Katı sınırlara dayalı milliyetçi-devletçi ulus yerine demokratik ulusu geliştirir. Bu temelde tüm Ortadoğu halklarının ve demokrasi güçlerinin birleşmesinden yanadır. Komşu devletler ile ilişkileri, eşit ve özgür birlik ilkesine dayalı olarak siyasal, sosyal ve kültürel hakların yaşamsallaştırılması temelinde düzenlemeyi öngörür.”

Önderlik, stratejik olarak geliştirdiği KCK sistemine bağlı olarak güncel çözüm olarak da Demokratik Özerklik projesini somutlaştırdı. Meşru savunma savaşımını da bu paralelde düzenledi.

Partimiz Önderliğin yeni paradigması doğrultusunda iktidar, devlet, savaş, şiddet ve zor olgularını derin bir çözümlemesini yaparak insanlığa ve doğaya kaybettirdiklerinden ders çıkararak yeni meşru savunma çizgisini geliştirmiştir. Yine geçmiş savaş sürecinde iktidarcı-devletçi ve milliyetçi paradigmalara bağlı olarak ortaya çıkan, amacını aşan şiddet ve savaş tarzlarını mahkûm ederek yeni bir anlayışa ulaşmıştır. Bu çerçevede hareketimiz meşru savunma çizgisinde BM, Cenevre Sözleşmesi’ne ve Lahey Adalet Divanı Kararlarına uymayı taahhüt etmiş ve meşru savunma savaşının genel hükümlerini belirlemiştir. Bu hükümler:

1-Meşru savunma savaşı, temelde doğal demokratik insani hakların kullanılmasına dönük bir çözüm mücadelesidir. Savaşa ancak kördüğüm olmuş sorunların çözümüne katkı sunmak ve politik tıkanıklıkları açmak için başvurulur. Meşru savunma stratejisinde amaçsız, fetişleştirilmiş bir şiddet anlayışı yoktur. Aksine meşru savunma siyasi çözümü geliştirecek, hukuka bağlı bir zorunlu mücadele stratejisidir. Tüm canlıların yaşam hakkını gözetir. Öldürme hedefiyle hareket etmez.

2-Meşru savunma savaşında devletlerin zor örgütleri, savaş kurumları ve silahlı güçleriyle buna destek olan kontra örgütler, fiilen savaşa katılan, rantçılığı yapan, sivil halka yönelen kurumlar hedeftir.

3-Meşru savunma kapsamında misilleme hakkı vardı. Her halk ulusal, kültürel değerlerine saldırı ve imha tehdidi karşısında kendini savunma hakkına sahiptir. Saldırıya karşı misilleme hakkı amacını ve kapsamın aşmadıkça, uluslar arası sözleşmelere aykırı düşmedikçe meşrudur.

4-Meşru savunma savaşında sivil, savunmasız kesimlerin hedef alınmaması, korunması ve yaşamlarının güvence altına alınması, savaşta savaş dışı kalmış yaralı ve esirlerin tedavisi ve can güvenliklerinin sağlanması, bu konuda uluslar arası insani örgütler Kızılhaç ve Kızılay gibi kurumların denetimine ve çalışmasına imkân tanınması sağlanacaktır.

5-Savaşta uluslar arası hukuk denetimi kabul edilecektir. Basın mensuplarının çalışmaları gözetilecektir.

6-Her iki tarafında uyacağı bir savaş hukuku çerçevesinde, tarafları bağlayan bir savaş hukuku çerçevesinde, tarafları bağlayan bir savaş suçları komisyonunun oluşturulmasına imkân tanınacaktır.

7-Savaş suçlarına ilişkin uluslar arası hukukun bağlayıcılığı temelinde sivil demokratik kurumların araştırmalarına açık olunacaktır. Ayrıca sivil toplum kurumlarının incelenmesine de olanak tanınacaktır. İncelemeler esnasında ve sonrasında sivil demokratik kurumların her türlü can ve mal güvenliği sağlanacaktır.

8-Taraflar kendi içlerinde hak ihlallerini araştırma komisyonu oluşturur.

9-Devletin sınırları içinde gayri nizami güçlerin fiillerinden devlet ve politikaları sorumludur.

Hareketimiz yukarıda sıralan meşru savunma ilkeleri doğrultusunda sorunun çözümü yönünde demokratik, barışçıl, yasal ve sivil siyasete geçiş için değişim ve dönüşüm kararlılığını en zor koşullarda ortaya koydu. Meşru savunmaya dayalı uluslar arası hukuka uygun bir temelde sorunun çözümü ve şiddet araçlarının devreden çıkarılması amacıyla defalarca zemin hazırlayıp imkân sundu. Ancak Kürdistan’ı işgal eden sömürgeci devletler inkâr ve imha siyasetini derinleştirmiş ve orantısız kirli savaş metotlarını/araçlarını en etkin bir şekilde kullanmayı esas yöntem haline getirmiştir. Buna karşı Hareketimiz meşru savunma savaşını daha etkili kılma kararlılığına ulaşarak K.Gel 3. Kurulunda şu değerlendirmeleri yaparak yeni hükümler geliştirdi:

Bu temelde meşru savunma: sömürgecilik ve işgal altında olan, baskı gören halkların uluslar arası sözleşmelerle güvence altına alınan direnme ve özgürlüğünü kazanma hakkıdır. Saldırı ve imha tehditleri karşısında kendini koruma, meşru savunma anlayışının temeli olduğu gibi, saldırılara karşı misilleme hakkı da en doğal ve yaşamsal bir haktır. Halkların kimliğine, kültürüne, diline ve demokratik özgürlükler temelinde kendini yönetme hakkına karşı yürütülen inkâr ve imha politikaları meşru savunma gerekçesidir. Kürdistan ve Bölge halklarının, bu inkâr ve imhada ısrar eden statükocu güçlere karşı, halkların eşit, özgür birlikteliği ve demokratik yaşama temelinde kendini savunma hakkı, çağdaş uygarlığın bir gereği ve en meşru yaşamsal hakkıdır. Bu hak temelini, BM Cenevre Sözleşmesi, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Kopenhag kriterleri gibi uluslar arası hukuktan almaktadır.

Bu temelde K.Gel:

1-1 Haziran 2004 kararı çerçevesinde meşru savunma çizgisini doğru ve yerinde görür,

2-Meşru savunma güçlerini, meşru savunma çizgisini aşmadığı sürece destekler.

3-Mevcut siyasi koşulları ve KKK Önderliğinin yeniden yargılanmasını, Bölge barışı ve Kürt sorununun demokratik çözümü bir fırsat olarak değerlendirir ve barış çağrısını yeniler.

4-Türk devletini, uygulamakta olduğu tecrit ve saldırıları durdurup, çözüm için diyaloga çağırır,

5-Suriye ve İran devletlerini Kürt sorununun çözümü için, demokratik adımlar atmaya, diyaloga ve çözüme davet eden Suriye devletinin saldırgan ve düşmanca tutumunu devam ettirmesi halinde, meşru savunma ilkesi temelinde tavır almayı esas alır.

6-Eğer diyalog, barış ve çözüm yönünde adımlar atılmazsa, HPG’nin 2005 aktif direniş planlamasını onaylar. Bunun için: a-) HPG’nin kendini nicel ve nitel olarak büyütmesini destekler,/ b-) Her alanda öz savunma ilkesini uygulamayı kararlaştırır.

7-Medya savunma alanlarına dönük herhangi bir saldırı karşısında, Aktif savunma ilkesini esas alır.

(K.Gel 3.Kurul Belgeleri, Mayıs 2005)

MEŞRU SAVUNMA VE DEVRİMCİ HALK SAVAŞI

Günümüzde uluslar arası hukukun işleyişinde, diplomatik ilişkilerdeki çıkarlara dayalı politik dengeler kendi kaderini tayin hakkını ve bu doğrultuda gelişen meşru savunma hakkına ilişkin ciddi saptırmalar söz konusudur. Egemen sömürücü sistemler emperyalist çıkarlara göre statüler dayatmaktadır. Buna rağmen ezilen, baskı altında tutulan, sömürülen, ülkesi işgal edilen halk ve toplumların direnme hakkını kullanması kaçınılmaz hale gelmektedir. Meşru müdafaa kolektif bir hak arama/savunma biçimidir. Baskıya, sömürüye, işgal ve talana karşı meşru savunma savaşı kutsal direnme hakkıdır. Bu meşru savaşa başvurmama veya katılmama, boyun eğme, teslimiyet, onursuzluk ve hatta ihanet düzeyindedir. Bu yüzden her KCK yurttaşının meşru savunma savaşımına, ülkesinin savunulmasına ve özgürleştirilmesine katılması bir görev biçiminde belirlenmiştir.

Kürdistan koşullarında meşru savunma savaşı güncelde iki temel alanda yürütülmektedir. Demokratik Halk Serhıldanları (buna YPS silahlı halk direnişi dahildir) ve Gerilla Savaşımı biçimindedir.

Demokratik Halk eylemlilikleri serhıldan (ayaklanma) dâhil olmak üzere halkın saldırılara karşı kendini korumaya ve savunmaya yönelik geliştirdiği meşru savunma faaliyetleridir. Önderlik eylemleri “demokrasinin dili” olarak tanımladı. Yani eylemsiz, dolayısıyla meşru savunmasız bir demokrasi ve demokratik toplumun olamayacağını belirtir. Demokratik meşru eylem biçimleri halkın temel talepleri göz ardı edildiğinde, bastırılıp inkâra uğradığında, demokrasinin kurum, kural ve araçları işlevsizleştirilip tahrip edildiğinde, halkın diline, kültürüne, sosyal, siyasal, ulusal, ekonomik ve ideolojik değerlerine saldırıldığında eylemler zorunlu olarak çözüm aracı haline gelir. Bu eylemler basitten karmaşığa, özelden genele, bireyselden topluluğa doğru gelişir. Protesto, gösteri, boykot, toplantı, oturma eylemi, yürüyüş, miting, grev, toplu dilekçe verme, işgal vb. eylem türleri ile çatışma ve ayaklanmalara(silahlı-silahsız) kadar çeşitlendirilir.

Meşru savunmada en etkili eylem örgütlenmiş, bilinçlenmiş, öz savunma disiplini ve hazırlığıyla ve yaygın eylem çeşitleriyle yerinde ve zamanında harekete geçirilebilen, aktif eylem kabiliyetine sahip kitlelerdir. Edi Bese hamlesiyle başlatılan süreç YPS öncülüğünde Öz Yönetim Direnişleri dönemine varmıştır.

Meşru savunmanın diğer en etkili ve temel ayağı ise gerilla silahlı savaşımıdır. Gerilla yapılanması komünal demokratik örgütlülük temelinde halkın öz savunmaya dayalı silahlı gücüdür. K.Gel ve KCK siyasal iradesi doğrultusunda hareket eden gerilla güçleri eylemlilik/savaş düzeyini düşmanın saldırı ve politikalarına göre belirler.

Önemli bir konuda meşru savunma gücü olan gerillanın konumu ve misyonudur. Gerilla halkımızın en temel savunma gücüdür. Dolayısıyla barış ve demokrasinin büyük teminatı; demokratik toplumu yaratmanın temelini ifade eder. Önderliğimizin ifadesiyle: “En mütevazı barış bile en sağlam ve en güçlü bir meşru savunma kuvveti gerektirir.” Halkımız gerilla gücünü her zaman güvencesi olarak gördü ve ona güvendi. Düşmanın her saldırısında gerillayı göreve çağırdı. Bu, halkımızdaki meşru savunma bilincinin geliştiğini göstermektedir. Halkımız gerillaya güvenmekte, onu sahiplenmekte ve kendi parçası olarak görmektedir. Gerillanın meşruluğu halkımız ve insanlığın özgürlük ve demokratik değerlerini koruma, geliştirme ve bunlara karşı gelişen her türlü saldırıya cevap olmasında yatmaktadır.

Kürdistan’da gerilla salt askeri bir araç olarak değerlendirilemez. Kürdistan gerillası ve askeri gücü ideolojik, politik, sosyal ve kültürel bir içeriğe sahiptir. Gerilla topluma bilinç taşıyarak, onu her yönüyle örgütsel zemine çekerek çok kapsamlı tarihsel dönüşümlere yol açmıştır. Özellikle kadının özgürlüğü temelinde ordulaşma ve partileşme çalışması cins eşitliği bakımından büyük bir devrimdir. Bu bakımdan gerillanın meşru savunma savaşımında uluslaştırıcı, siyasallaştırıcı ve toplumsallaştırıcı etkisini ciddiyetle kavramak gerekir.

Çünkü demokratik toplumun ve demokratik bir siyasetin, dolayısıyla demokratik özgür bir yaşamın yolu gerilla öncülüğünde yürütülen meşru savunma savaşından geçer. Bu anlamda gerillanın varlığı ve gerillaya katılım bir tercih değil, tarihi ve toplumsal bir görev ve sorumluluktur. Bazı kesimler açık bir gafletle, gerillaya, böylesi ağır baskı koşullarında silah bırakma çağrısı yapabilmektedir. Böylesi bir ortamda silah bırakma, tek taraflı ateşkes çağrılarını “ihanet” olarak değerlendirmek gerekir. Ağır baskı ortamında meşru savunmanın öz gücü gerilla direnişi olmadan demokrasiden, demokratik siyasal mücadeleden ve özgürlüklerin güvenceye kavuşmasından bahsedilemez. Önderliğin her defasında gerillanın nicel ve nitel olarak güçlendirilmesi perspektifi meşru savunma ilkesinin öneminden ileri gelmektedir

Meşru savunma Savaşında orta ve üst ölçekli savaş dereceleri vardır.

Meşru savunma kapsamında Misilleme hakkı : Daha çok düşman güçlerinin yaptığı saldırılara cevap verme, misilleme yapma, kendini koruma hakkının kullanılmasını içerir. Düşman güçlerinin halka, ulusal değerlere, demokratik kurumlara, gerilla güçlerine yönelik baskı, saldırı gerçekleştirme, operasyon yapma durumunda misillemede bulunulur. Düşmanın operasyonel güçlerine yönelme ve darbelemedir. Pasif savunma savaşında savaş alt düzeyde yürütülür. Şiddet orantılı, kontrollü ve misilleme amaçlı uygulanır. Savaş dar alanda sınırlandırılır. Eldeki tüm güç kullanılmaz.

Devrimci Halk Savaşı: Bu aşamada tüm askeri ve kitlesel güçler seferber edilir. Kitlesel halk eylemlilikleri her alanda gelişir, yaygınlaşır ve süreklilik kazanırken, askeri alanda ise uygulanan devrimci direnişin dozu artırılır. İşgalci ve soykırımcı düşman hedeflerine, merkezlerine kapsamlı ve ölümcül saldırılar gerçekleştirilir. Zira düşman bu aşamada demokratik tüm girişimleri cevapsız bırakmış, barış arayışını, siyasal çözüm ve diyalog yollarını kapatmış ve çözümsüzlük yaratmıştır. Önderliğe, Halka ve gerilla güçlerimize, medya savunma alanlarına topyekûn bir yönelim/saldırı halindedir. Askeri seçenekten başka bir yol bırakmamaktadır. Böylesi süreçte zorunlu olarak Aktif meşru savunma savaşı devreye girer. Savaş yaygın alanlara taşırılır. Askeri, siyasi, ekonomik, bürokratik ile özel militarist kontra örgütlenmeler ve işbirlikçi kesimler, sömürgeci hukuk ve diğer kurumlar hedef alınır. Sömürgeci faşist sisteme hizmet eden araç ve kurumlar hedef kapsamına alınır. Kent ve metropollere yönelinir. Kıra dayalı kent halk savaşı gelişir. İşgalci güçler ya tamamen tasfiye edilerek ülkeden sökülüp atılır ya da uyguladığı işgalci, gerici zordan caydırarak çözüme zorlanır. Ancak şiddet amacına uygun, evrensel hukuk normlarına göre uygulanır. Ve böylece öngörülen KCK sistemi kendi öz yönetimi temelinde gerçekleştirilir. Diğer tarafta demokratik ulus esprisiyle işgalci faşist rejime karşı Halkların birleşik devrimci cephesiyle Devrimci ittifaklara gidilerek direniş tüm alanlara yayılarak ve bu doğrultuda halkların demokratik, eşit ve özgür birlikteliğini hedefleyen bir direniş esas alınır. Geçmekte olduğumuz dönem tamda bunu ifade etmektedir. Önderliğimiz bu hususu aydınlatmıştır.

Eğer demokratik siyaset temelinde bir çözüm gelişmezse, devrimci halk savaşı stratejisinin kimlik ve özgürlüğü kazanmanın temel aracı olarak denenmek zorunda olduğuna ilişkin inancımı halen korumaktayım. Çözümün demokratik siyasetle gerçekleşebileceğine inanmaktayım. Bunun için gerekli tek şart Türkiye, Suriye ve İran hükümetlerinin (iktidarın belirleyici güçlerinin) siyaseten çözüm iradesi göstermeleridir. Aksi halde gündeme girecek olan, eski ama yeniliğini halen koruyan devrimci halk eylemi ve bunun en gelişmiş biçimi olan devrimci halk savaşıdır. Geçmişte sıradan taktiklerle denendiğinde başarısını kanıtlayan devrimci halk savaşının bunca tecrübeden sonra sonuç almaması düşünülemez. Soykırımlar uygulansa bile sonuç değişmez. Bunca teşhir ve tecritten sonra, mevcut kültürel soykırım yöntemlerinin sürdürülmesi beklenemez. Bu yöntemlerde ısrar eden güçler olacaktır, ama öyle olsa bile sonuç daha da olumsuz biçimde aleyhlerine olmaktan öteye gitmez. Burada asıl sorun, yine eskiden başarılmayan halk savaşının gereklerini doğru ve yeterli biçimde yerine getirmektir”

ÖRGÜTLENMİŞ BİLİNÇLİ TOPLUM, MEŞRU SAVUNMANIN TEMELİDİR.

Meşru savunmayı sadece askeri örgütlenme ve silahlı mücadeleyle sınırlı düşünmek oldukça yanılgılı ve dar bir yaklaşımdır. Meşru savunma toplumun kendini koruma ve kolektif direnme bilinci olduğundan tüm toplumu kapsayan bir olgudur. Meşru savunma sadece dış işgal ve sömürgecilik koşullarında değil, devletçi, iktidarcı sistemin iç gericilik, faşizm, oligarşik, totaliter ve despotik biçimindeki rejimlere karşı toplumun direnmesini ve komünal değerlerini korumasını kapsar. Gerici ve baskıcı her rejim sömürücü olduğundan bir işgal biçimidir. Meşru savunması bu nedenledir. İşgal edilen, sömürülen, haksızlığa uğrayan, ezilen sınıf, zümre, etnik grup, cins ve ulusun karşı koyma, direnme ve kendini savunması çağdaş demokrasinin bir ilkesi olmaktadır. Bu ilkeyi kullanmamak boyun eğmek, tarih karşısında suçlu duruma düşmektir. Demokratik toplum ancak bu ilke sayesinde kendini var edip koruyabilecektir. Önderlik, savunmasında bu hususu detaylı şekilde açımlar.

“Meşru savunma çağdaş demokrasinin diğer önemli bir ilkesidir. Çağdaş demokrasi ilişkilerin olmadığı veya demokrasinin saldırıya uğradığı toplumlarda, meşru savunma temelinde varlığını savunmak bir haktır, hem de en temel anayasal bir haktır. Demokratik olmayan yasalar ve rejimlere boyun eğmek, demokratik bir tutum olamaz. Bu yaklaşım, karşı saldırıya anti-demokratik güçleri yok etmeyi içermez. Daha çok toplumun genel bilinçlilik, örgütlülük ve gösteri hakkını süreklileştirip haksızlığı aşmayı öngörür. Uygulanan direnme kutsal savunma hakkına girmekte ve hukukunda özünü teşkil etmektedir. Meşru savunma, silahlı olmada dâhil, kaynağını çağdaş demokratik ilkelerden alır. Bu aşan her eylem meşru savunma kapsamına giremez. “

Önderlik Bir Halkı Savunmak kitabında çağımız meşru savunma kriterlerini, amaç ve sınırlarını ortaya koydu. Ne klasik ulusal kurtuluşçuluğa dayalı bir meşru savunma ne de karşı tarafı yıkıp iktidar ve devlet kurmayı hedefleyen bir meşru savunma anlayışımız Demokrasinin, Demokratik Ekolojik Toplumun öz savunma örgütlülüğüdür. Ne sadece ulusallığa ne de sadece sınıfsallığa dayanır. Üçüncü alana dayalı demokratik sivil toplumun bu temelde kurulacak Demokratik Komünalizmin temel savunma mekanizmasıdır.

“Meşru savunma ancak işgal koşullarında anlam kazanır. Bir halkın üzerinde işgalci, sömürgeci veya daha değişik baskıcı bir sistem kurulduğunda işgal var demektedir. İşgali tek başına yabancı bir güç yapabildiği bazen yarı-yarıya yerli işbirlikçilerle birlikte de yapabilirler. Bu durumda savunma görevi ortaya çıkar. Hedef işgali kaldırmak, demokrasiyi kurmaktır. Fakat yabancı olgu devrede olduğundan savunmaya meşru ulusal demokratik demek daha doğru bir yaklaşımdır. Bu koşullarda yine ayaklanma ve savaş koşulları doğmuştur. Yine de klasik ulusal kurtuluş savaşı esas alınmaz. Ulusal boyutu olsa bile çağın özellikleri gereği geniş demokratik bütünlükler uğruna savunma savaşı demek daha uygundur. Bu tür ayaklanma ve savaşlar şehir ve kırsal alanda ye tek, ya da birlikte gelişebilir. Birçok Asya, Afrika, Amerika ülkesinde tüm biçimler denenmiştir. Devlet amaçlı olmak yerine demokratik amaçlı olmak güncel çözüm gerçekliğine daha uygun düşmektedir. Ulusal nitelikte bile olsa tepede ortak hareket eden işgalci ve işbirlikçilerine karşı halklarında işbirliği içinde demokratik bütünlük için savaşmaları en doğrusudur. Bu durumlarda diğer barışçıl eylem biçimleri de sonuna kadar uygulanmak durumundadır. Meşru savunmayı daha çok halkın demokratikleşmesini desteklemek, geliştirmek ve korumak amacıyla örgütlemek ve yürütmek esas olmalıdır.(…) Meşru savunma hareketi ve örgütlülüğün işgal ve çözümsüzlükte sürdürülmezliği konusunda ikna edinceye ve demokratik çözüm yoluna çekinceye kadar yoğunlaştırılarak sürdürülmesini mevcut krizde çıkmanın temel aracı olabilir.”(BHS)

MEŞRU SAVUNMA TOPLUMSAL VAROLUŞA BAĞLI OLARAK SÜREKLİLİK KAZANMIŞ ÖZ SAVUNMA STRATEJİSİ VE ÖRGÜTLÜLÜĞÜDÜR

Meşru savunma hukukun ve adaletin güvencesidir. Meşru savunma gücü olmayan hiçbir topluluk kendi adaletini kuramaz. Her birey ve topluluk haksızlık karşısında direnme yönündeki meşru haklarını kullanır. Yeryüzünde devletçi-iktidarcı sistem ve onun zorbalığı sürdükçe haksızlık ve adaletsizlikte var olacaktır. Buna karşı da ezilen ve sömürülen toplulukların direnişi ve meşru savunması da daima gündemde olacaktır.

Devlet odaklı olmayan Demokratik Ekolojik Toplum geliştikçe, Demokratik Komünalizm toplumsal düzlemde yayıldıkça sömürüye dayalı devletçi-iktidarcı kliklerin iktidar ve tahakküm alanı daralacak ve demokrasiye, demokratik haklara, komünal örgütlenmelere saldıracaklardır. Böylesi süreçlerde meşru savunma araçları etkinlik kazanacaktır. Bunun için haksızlığa uğrayan her birey ve topluluğun adeta bir örgüt gibi meşru avunma zihniyeti kazanarak saldırılar karşısında direnmeyi ve savunma yapmayı bilecektir. Halk meşru savunma zihniyetini kazanmadan kapsamlı meşru savunma düzeyi geliştirilemez. Bu yüzden Önderliğin ilke haline getirdiği: “KENDİNİ SAVUNMAYI BİL” anlayışı: BİLİNÇ, ÖRGÜTLÜLÜK ve EYLEM düzeyinde meşru savunmayı formüle etmektedir. Meşru savunma bugün olduğu gibi yarında var olmaya devam edecektir. Zira sömürücü egemen güçler barışçıl, siyasal yollarla çıkar, sömürü ve tahakküm alanlarını terk ermeyecek ve demokrasiyi sınırlayacak hatta ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Örneğin meşru savunma gücümüz gerilla sonsuza kadar dağlarda kalmayacaktır, ama ortadan da kalkmayacaktır. Koşullara göre biçim-şekil-tarz değiştirecek fakat kırda, kentte, bulunduğu her alanda meşru savunma olarak topluma yayılan bir örgütlülükle var olmaya devam edecektir. Gerilla bu anlamda nasıl ki, meşru savunma savaşı için dağa çıkmışsa, halkın bağrına dönüşte aynı misyonu oynamaya devam edecektir. Çünkü toplumun güvenliği egemen güçlerin insafına terk edilemezdir. Esas savunmayı ve güvenliği toplumun öz gücü sağlayacaktır.

Ulusal ve etnik-kültürel sorunlar çözüme kavuşturulsa bile sınıfsal ve ideoloji çelişki ve çatışmalar devam edeceğinden meşru savunma savaşları da hep gündemde olacaktır. Egemen sömürücü güçlerin rant kapıları kapandıkça, sistemleri tehlikeye düştükçe ve iktidarlarını istedikleri gibi icra edemeyince gerici zor ve devlet aygıtlarıyla, kontra askeri örgütleriyle toplumu bastırmak, sindirmek ve tahakküm altına almak isteyeceklerdir. Eski geleneksel toplum kurumları ve devletçi sistem işlevsizleşmeyi kabul etmeyecek, hukuk ve demokratik işleyişin dışına çıkarak gizli-açık her türlü yöntemlerle Demokratik Topluma, onun Demokratik Komünal yapılanmasına saldıracak ve dağıtmayı hedefleyecektir. Bundan dolayı halkların öz savunma sorunu süreklidir. Önderlik bu noktada somut biçimde meşru savunmanın gelecekteki rolünün de ne olacağı perspektifini sunmaktadır.

“Olağanüstü durumların dışında normal koşullarda halkların öz savunma sorunu da göz ardı edilemez. Kriz koşullarında genel güvenlik dışında öz güvenlik ihtiyacına cevap veremez. Devlet iktidarının oligarşik ve diktacı güçlerin eline geçmesi sınırlı hukuk güvencesini de ortadan kaldırır. Devlet adeta parsellenir. Bir ucu devletçi odaklara bağlı çok sayıda mafya ve çete türer. Halkın üzerine tam bir terör estirirler. Suçlarda patlama yaşanır. Hak aramada hukuki yollar yerine taşeron güçler tutulur. Hukuk adeta metalaşır. Devletin güvenlik güçlerinin kendileri güvenlik sorunu haline gelir. Kriz süreçlerindeki birçok ülkede günümüzde yaşanan bu tür güvenlik sorunları karşısında öz savunma kaçınılmaz bir gereksinim haline gelir. ÖZ savunma güçlerinin kurulması gerekir.

Halk savunma güçlerini: devlet karşıtı veya alternatif bir kuvvet olmaktan ziyade devletin sağlamadığı, yetersiz kaldığı hatta nedeni olduğu temel güvenlik ihtiyacını karşılama güçleri olarak değerlendirmek daha doğrudur. Halk Savunma Birlikleri klasik gerilla veya ulusal kurtuluş ordusu değildir. Halk kurtuluş Gerillası veya Ulusal Kurtuluş Ordusu ağırlıklı olarak iktidar ve devlet hedeflidir. İktidar sorununu çözmek isterler. Halk savunma birliklerinin özel bir devlet ve iktidar hedefi -objektif sorunluluklar dışında- olamaz. Esas görevleri; halkın yasal, anayasal haklarının çiğnenmesi doğduğunda ve yargı görevini yapmadığında korumaya çalışmak, demokratikleşme çabalarına güvence olmak, saldırılar karşısında direnmesine öncülük etmek, kültürel ve çevresel varlığını korumak gibi özetlenebilir.

Kent ve kırsal alanlarda uygun birlikler halinde örgütlenebilir. Bir nevi halk koruma milisleri de denebilir. Yerel emniyet güçlerinin yerine getiremediği görevlerde rol oynayabilir. Kriz koşullarının sürekli toplumsal yapıları çözmesi, artan kargaşa ortamı öz savunmayı halkların varlığı ve öz yönetimleri açısından hayati bir konu haline getirir. Krizden demokratik çözüm yollarıyla çıkış aranırken bu süreçte ayrılmaz bir bütünlük içinde artan güvensizlik ortamından da halk savunma güçleri ile çıkış yapılabilir.”(BHS)

MEŞRU SAVUNMA SAVAŞI KAPSAMINDA ÖZYÖNETİM DİRENİŞLERİ

özel mülkiyetle kurumlaşıp gelişen sınıflı toplumun; sömürü, işgal/talan, cins eşitsizliği, doğa ve toplum üzerindeki tahakküm ve iktidar olguları, bu sistemin en son aşaması olan kapitalist/emperyalist sistem aşılıp Demokratik Sosyalizmin felsefik, ideolojik ilkeleri ve komünal ahlakıyla toplumun kendi kendini yöneteceği; devlet-iktidar odaklı olmayan, Demokratik Ekolojik ve Cinsiyet Özgürlükçü dünyanın inşasına dek meşru savunma gerçekliği halkların/toplumların en temel koruyucu ve özgürleştirici gücü olmaya devam edecektir. Bu rolü stratejik düzeydedir. Bu bağlamda ulusal ve etnik topluluk bazında değerlendirildiğinde gördük ki, Evrensel Hukuk normlarına göre de her halkın ya da ulusun kendi kaderini tayin anlamında:

1-)Egemen ve Bağımsız bir devlet kurma hakkı

2-)Başka bir devletle birleşme veya üye olma hakkı

3-)Halkın özgür kararıyla ayrılma veya birlik temelinde başka bir siyasi statüyle kendi kaderini tayin hakkı meşru bir haktır ve zorunlu kalındığında bu hak için meşru savunma temelinde savaş yürütülebilir. Varsayalım ki. Evrensel hukukta böyle bir hak tanınmamışsa bile toplumların var olma ve özgürlük sorunu olduğundan fiilen yaratılmıştır ve yaratılacaktır. Burada geçerli olan hukuk değil halkların özgürlük yasaları olacaktır.

Bu bakımdan Kürdistan’da faşist Türk işgalci sistemine karşı gelişen Demokratik öz yönetimler direnişi her açıdan haklı olup evrensel demokratik hukuk normlarına göre de meşrudur. Bunun da ötesinde Kürt halkı bu şamada Bağımsız demokratik bir ülke kurma hakkına sahiptir ve bu seçenek tüm siyasal kanalların tükendiği bu aşamada gündeme gelmiş bulunmaktadır. Faşizmin hüküm sürdüğü bir ülkede mutlak yapılması gereken direnmektir ve devrim yapmaktır. Çünkü özgür ve onurlu bir gelecek ancak devrimle mümkün olacaktır. “Nereden çıktı bu direniş” gibi teslimiyetçi, köleliği yansıtan, işbirlikçi tutumlar ihanetle eş değer olacağı gibi, demokratik kurtuluş ise ancak ve ancak direnmekten ve devrimden geçecektir. Bundandır ki; direniş zafere, teslimiyet ise ihanete götürecektir. Avrupa devrimlerinde gerçekleşen barikatlar neyse Kürdistan barikatları da o dur. Paris komünü demokratik değerlerler açısından ne anlam taşıyorsa Farqin, Cizre, Sur, Gever, Şırnak, Xezex, Nusaybin… barikatları da aynı anlamdadır. Kürdistan’da ortaya çıkan tarihsel direnişi görmemek ancak hain, işbirlikçi, şoven ve ırkçıların tavrı olabilir. Tarih ve insanlık mutlaka işgalci zorbaları yargılayacak ve zorbalığa karşı direnen halk kahramanlarını direniş abideleri olarak anacaktır.

Meşru savunma sadece ulusların kendi kaderini belirlemede ve varlıklarını savunmada gündeme gelmez. Meşru savunma aynı zamanda özgür demokratik bir ülkede özgürce ve onurluca yaşama tercihi ve talebidir. Kendi kaderini tayin hakkı sadece “ ulusal sorun” boyutuyla değerlendirilemez. Sınıflı-sömürücü düzene karşı her toplumsal kesimlerin eşit, özgür ve adil bir şekilde barış içinde bir arada yaşama ve kendi demokrasisini dolayısıyla yönetim şeklini belirlemesi de temel bir kendi kaderini tayin hakkıdır. Böylesi bir özgürlük anlayışı “ulus- devlet” i katbekat aşan toplumsal özgürlük düzeyi, çağcıl ve çözümleyici olan bir değere sahiptir. Dünya insanlığını Dünya Konfederasyonu’na doğru örgütleyen bütünleyici bir perspektif ve projedir. Önderlik bu kapsamda meşru savunma anlayışını geliştirirken halkların işbirliğine ve ortak özgür-eşit yaşamına dayanan “Demokratik bütünlükler uğruna savunma savaşı” ndan söz eder ve bu hususu önemle belirtir.

Kürdistan’da bir darbe ve faşizmin yaşandığını artık kimse inkar edemez. Buna karşı tek alternatif olarak devrimci halk savaşı bütün yönleriyle yeniden gündeme gelmiştir. “Demokratik ulus olma hakkı, Kürt sorununda barışçıl çözüme en yakın asgari çözüm formülüdür. Fakat Kürdistan ve Kürtler üzerindeki soykırım statüsü, ulus-devlet bütünlüğü içindeki barışçıl demokratik çözüm formülüne bile yaklaşmak istememektedir. İnkâr ve imha hakkına ve gücüne sahip olmakta ısrar etmektedir. Kürdistan ve Kürtleri aralarında paylaşan ulus-devletçi güç ve sömürü tekelleri, Kürt kökenli işbirlikçileri ve ajanları, soykırım siyasetini ‘bireysel haklar’ kandırmacası altında süsleyip maskeleyerek tekrar sürdürmek istiyorlar. Bunu ulusal ve sınıfsal vazgeçilmez hakları saymaktadırlar. Bu tutum, ulus-devlet bütünlüğü içinde bile barışa ve demokratik çözüme imkân vermez. Barış ve demokratik çözüm olmayınca, bunun karşılığı tüm boyutlarıyla askeri, siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik, diplomatik ve psikolojik yöntemlerle soykırım savaşının bütünlük içinde yürütülmesidir. Zaten yürürlükte olan da büyük kısmı gizli ve örtülü olarak yürütülen bu Kürt soykırım savaşıdır. Yüzyılı aşkındır büyük kısmı tek taraflı yürütülen ve Kürtleri tarihten silmeyi ve özgür toplum olmaktan çıkarmayı hedefleyen savaş çok müttefikli yürütülen soykırım savaşıdır.” Öyleyse bu soykırımı ancak devrimsel bir süreç durdurabilir ve ortadan kaldırabilir. Öz yönetim savaşları ve YPS bu hakikati temsil etmektedir. Adını koymak gerekir ki, yaşanmakta olan açık bir savaş durumudur. Uçakların, tankların. topların vb. en ağır silahların kullanıldığı bir savaştır. Savaşın bir tarafı sömürgeci Türk işgal güçleri olurken diğer tarafı ise Kürdistan silahlı halk savunma güçleridir.

Sömürgeci T.C rejimi ve onun Erdoğan hükümeti özgür Kürt ve Kürdistan varlığını asla kabul etmemektedir. Kobani direnişi ve 7 haziran seçim sonuçları T.C açısından bir dönüm noktası olmuştur. Kürtlerin geldiği düzeyi ve bunun Türkiye’ye demokratik yansımasını hazmedemeyen işgalci Türk devleti ve onun hükümet gücü AKP tüm çözüm arayışlarını boşa çıkararak 14 eylül 2014 yılında hazırladığı “çökertme konsepti” temelinde 24 Temmuz saldırısıyla en ahlaksız savaş araçlarını ve yöntemlerini kullanarak Kürt soykırımını sürdürmektedir. Kürdistan kentleri yakılıp yıkılmakta, talan edilmekte ve katliamlar yapılmaktadır. Devlet sorunun çözümü konusunda siyasal çözüm niyeti ve projesi olmadığından zaten gerek “çökertme plan”, gerekse yoğun kalekol-karakol-güvenlik barajları-güvenlik yollarıyla ve teknik bakımdan böylesi bir savaş süreci için hazırlık yapmıştı. Bu aşamadan sonra siyaset devre dışı bırakılmıştır. Devletin içine girdiği savaş eğiliminin bazı nedenlerini ortaya koyabiliriz. Birincisi; Türk devletinin Kürdistan devrimini Rojava’ da boğma amacı Kobani direnişi ve zaferiyle çökmüştür. Türk devletiyle Kuzey’de bir ateşkes durumu olsa da asıl savaş Rojava sahasında, hem de en şiddetli bir biçimde yaşanmıştır. Türk devleti hiçbir şekilde Kürtlerin bir statüye kavuşmasını istememektedir. DAİŞ üzeri Kürtlere karşı yürüttüğü savaşın kaynağında bu yaklaşım vardır. Fakat siyasal ve askeri politikası başarısızlıkla sonuçlanmıştır. İkincisi; Önderlik teslim alınamamış ve en üst düzeyde direniş halinde olmuştur. Tecrit bundan sonra derinleşmiştir. Önderlik ile devlet arasında bir sistem savaşı yürümektedir. Üçüncüsü; Çözüm süreci adıyla hedeflenen PKK’nin tasfiyesi gerçekleştirilememiştir. PKK hem bölgesel hem de uluslararası alanda yeni mevziler kazanarak önemli bir aktör haline gelmiştir. Dolayısıyla Erdoğan kliği ve Türk finans-kapital güçlerini yayılma emelleri, devleti kendilerine göre dizayn etme istemleri Kürt direnişi tarafında sabote edilmektedir. Önderliğe ve PKK’ye yönelik gelişen devlet tepkisi bunun içindir. Türk devlet sistemi küresel ve bölgesel açıdan ciddi tecrit, daralma ve zor dönemini yaşamaktadır. Bölgesel ve Uluslararası ittifaklarıyla önemli çelişkiler yaşayarak ayrıksı düşmüş bulunmaktadır. Rojava işgal girişimi, Suriye’ ye askeri işgal bunu aşmaya yöneliktir. Ancak buda fiyaskoyla sonuçlanmıştır. 1. Dünya savaşına çizilen sınırları ve oluşturulan statüyü korumayı amaçlayan Türk sömürgeci sistemi kontrolsüz ve şuursuz bir biçimde bataklığa saplanmıştır. Bunun tek kaynağı aşamadığı Kürt ve Kürdistan düşmanlığıdır. Yani AKP faşizminin önünde tek engel olarak Kürt hareketi görülmektedir. Korku imparatorluğuna dönüşen T:C rejimi, “Eğer ben Kürt özgürlük hareketini bitirmezsem o beni bitirecek kaygısını yaşamaktadır. “

Dördüncüsü; Kürt siyaseti HDP ile demokratik açılımlar gerçekleştirmiş, Türkiyeleşme perspektifiyle barış ve demokratik siyaset için yeni bir umut ve siyasal güç haline dönüşerek sistemi ciddi anlamda zorlayacak, köklü biçimde değiştirecek boyuta ulaşmıştır. 7 haziran seçim sonuçları bunun sonucu ortaya çıkmıştır. Sömürgeci devlet bunları hazmedememiştir. Devlet kendini baştan sona değiştirerek demokratikleştirecek yada saldırganlaşarak savaşı derinleştirecekti. İkinci seçeneği esas aldı. Çünkü demokratikleşme niyeti, kabiliyeti ve dönüşüm gücünü gösteremedi-göstermedi. Bu açıdan Sözde bazı siyasetçilerin ve işbirlikçilerin öne sürdüğü gibi sorun barikat veya hendek sorunu değildir. Bu iddia sahipleri evreni ancak bir metrekarelik kuyu ağzıyla algılayabilen kuyu dibindeki kurbağaya benzerler. Özyönetim direnişleri sürecinde açığa çıkan dört yaklaşımdan bahsedilebilir. Birinci kesim; “savaş sürecini PKK başlattı, çözüm istemiyor” gibi değerlendirmeleri yapan kesimlerdir. Bunlar ruhlarını ve beyinlerini satmış, sömürgeci sitemin Kürdistan’daki varlığını meşru gören, Kürtler üzerinde yürütülen soykırımı benimseyen, onun Kürdistan’daki destekleyici-besleyici gücü konumunda bulunan hain işbirlikçi kesimlerdir. Ahlaksız olan bu kesime göre sömürgeci sistemin her türlü işgal, sömürü ve şiddet araçları (Ordu-Polis-Korucu, kontra birlikler, asimilasyonist eğitim sistemi, mahkeme sistemi vb. gerici örgütlemeler ) meşru iken Kürdistan devrimci güçleri gayri meşru sayılmaktadır. Açık ihanet içinde olan bu kesimin tutumu nettir ve anlaşılırdır. İkinci kesim; beyinleri oportünizmle sulanmış, sistemin kırıntılarıyla beslenen, biraz Kürtlük özelliklerini de korumuş, belki bazıları PKK’ye sempatisi olan ama devletle de güçlü bağı olan, daha çok ekonomik çıkarlarını öne alan kesimlerdir. Bu kesimler, gelişmeleri hakikat algısıyla değil de kendi çıkarları ve beklentilerine göre yorumlayan, eleştiren bir tavır içinde olmaktadırlar. Adaletsiz ve iki yüzlü karakterleri sebebiyle dürüstçe ve onurluca bir tutum sahibi olmalarını engelliyor. Hakikati muğlaklaştırıyor, çarpıtıyor ve psikolojik savaşın hizmetinde ve daha çok sömürgeci sistemin yedeğine kayarak, onun uzantısı ve destekleyicisi durumuna düşerek birinci kesimle aynı noktada buluşuyorlar. Bu kesimlerin esas marifeti onlara verilmiş bir görev biçiminde algıladıkları eleştiri adı altında PKK’yi hedeflemektir. Bu kesim inançsızlık yaymakta, devrime olan inanç ve umudu köreltmeyi amaçlamaktadır. Ancak orta sınıfın kaypak ve güce dayanan dengeci özellikleri gereği de kendini devrime yakın göstermektedir. Kim güçlü ve hakimse ondan görünme gibi ilkesiz bir karakteri mevcuttur. Üçüncü kesim olarak da, daha çok yurtsever, devrim kitlesi ve çalışanı durumunda olan, hatta bir çoğu siyasal sahalarda çalışmalarda bulunan kesimlerdir. Bu kesim dürüst, bağlı ve direniş içindedir. Ancak gelişmeleri geniş bir perspektifle ele alma yetisi zayıftır. Gelişmeleri kendine göre yorumlamakta, dıştan, daha çok devletten bekleyen bir ruh halini yaşamaktadır. Diyalog, müzakere, çözüm süreci , barış süreci, savaş gibi çok önemli kavramların bile ayırdında olmayan, stratejik sürecin derinliğini anlamayan, Öz yönetim direnişinin tarihsel ve toplumsal boyutunu kavramayan, daha çok diğer kesimlerin etkisine giren bir duruş ortaya çıkmıştır. Liberal siyasal eğilim olarak bu kesim devrim kitlesini pasifleştirmekte, sistemin sınırlarını çekmektedir. Söz konusu olan çözümü salt siyasetle eş gören, Bölge ve düşman gerçekliğini doğru ele almayan, buna göre radikal bir mücadele sürecine girmeyen, toplumu buna göre hazırlamayan bir anlayıştır. Bu anlayış öz yönetim direnişlerine dar ve kaygılı yaklaşmış, sahiplenmemiş ve toplumsal alanlara taşıramamıştır. Dördüncü eğilim ise devrimci direniştir. Toplumsal ve teknik altyapı hazırlığı ve taktik eksiklikleri eleştiri konusu yapılsa da Kürdistan öz yönetim direnişleri gerek Kürdistan ve gerekse T.C tarihi bakımından bir ilktir. Bunun iyi anlaşılması lazım. Kürt ve Kürdistan gerçekliği açısından tarihe kazınmış destansı bir direniştir söz konusu olan. Başta Çiyager, Xemgin, Seve Demir, Pakize Nayır, Fatma Uyar Asya Yüksel ve Mehmet Tunç şahsında pratikte ifadesini bulan bu kahramanlık direnişi çok önemli bir mirastır. Mirasında ötesinde bir ilkesel duruştur. Özgür ve onurlu bir yaşam uğruna nasıl direnileceğini gösteren birer ölçüdürler. Sömürgeci faşist rejim karşısında fedai Apocu savaşçılarının muazzam iradesini, inancını ve özgür ruhunu ortaya koymaktadır. T.C açısından ise bir avuç devrimci direnişçi karşısındaki çaresizliğini, korkaklığını, talancılığını bir kez daha gün yüzüne çıkarırken ancak böylesi bir direnişle yenilebileceğini kanıtlamıştır. Kürtler tarihte ilk kez böylesi bir direnişle sömürgeci rejime karşı mücadele vererek devlet sisteminde büyük gedikler açmış, darbelemiş ve psikolojisini bozmuştur. Evet düşman kentlerimizi yakıp yıktı, insanlarımızı yaktı -katletti. Aslında Türk devleti için bu olağan bir faaliyet olmuştur her zaman. Dolayısıyla bir başarı değildir. Katliamlar başarı sayılamaz. Ancak korkaklık. Acizlik-zayıflık ve çözümsüzlük olarak kabul edilebilir. Türk devletinin yaşadığı bir çöküş durumudur. Fakat devrimci Kürt gençleri herkesi hayretler içinde bırakan bir irade, azim, inanç ve kararlılıkla etkisi yüzyıllara yayılacak destansı bir direniş sergilediler. Tarihe geçen ve insanlık için kutsal değerde olan zorbalık değil, zorbalık karşısında direnenlerin mirası olmuştur. Özyönetim direnişleri özünde yabancı işgalci güçlere karşı Kürtlerin demokratik kurtuluş mücadelesidir. Özyönetim direnişi kapitalist sömürgeciliğe karşı sosyalizm mücadelesidir. Özyönetim direnişi T.C faşizmi şahsında emperyalist sisteme karşı PKK’de gerçekleşen sosyalizm direnişini ifade eder. Bu bakımdan tarihsel ve toplumsal yönü esastır. Eleştirilmesi gereken husus destansı direnişin politik,-siyasal, sanatsal ve edebi açıdan işlenmemiş olmasıdır.

MEŞRU SAVUNMADA TEMEL FELSEFEMİZ

İktidarcı-devletçi sistemler sömürü, hırsızlık ve talan üzerinden kurulduğundan ahlaksızdırlar. Bundan dolayı şiddet ve zor araçlarını her türlü entrika ve komployla ahlaksızca ve kirli yöntemlerle kullanmayı çıkarları için mubah sayarlar. Sınıfsal karakterlerinden ötürü bu böyledir. Keza sömürücü sistem ahlaksız bir sistemdir. Ancak devrimci sosyalist hareketler amaçlarına uygun temiz ve meşru araçlar/yöntemler kullanmayı ilkesel bir prensip olarak kabul ederler. Amacımızın kutsallığı araçlarımızın temizliğini de şart kılar. Özetle ideolojik, politik ve ahlaki ilke ve ölçülerimize aykırı olmayan her türlü eylem ve direnme biçimi meşru savunmanın kapsamındadır. Ezilen halklar, cinsler ve sınıflar bilimsel sosyalizmin bayrağını dünyanın tepesine dikinceye dek meşru savunmayı büyük bir gurur, cesaret ve şerefle tarihi büyük direniş kahramanlıklarıyla nakşederek geliştirmeye devam edecek ve direniş bayrağını dalgalandıracaktır. Önder APO öncülüğünde gerçekleşen Kürdistan devrimi bugün Kürdistan ve Ortadoğu boyutunu aşarak evrensel bir karaktere bürünmüş, tüm ezilen insanlığa ilham kaynağı ve direniş azmi haline gelmiştir.

Dünyamızda kötü, sömürücü ve adaletsiz bir sistemin egemenliği söz konusudur. Beş bin yıllık bu zorba sömürü düzenine karşı geçmişte olduğu gibi günümüzde de halkların, sınıfların, kadınların, gençlerin ve kültürlerin direnişleri sürmektedir. Zira direnmek özgür yaşamın bir kanunudur. Bu açıdan toplumlar için “DEVRİM” bir haktır ve faşizme karşı meşru savunma hakkıdır. Söz konusu ettiğimiz, zoru zorla, iktidarı iktidarla, devleti devletle yıkan, zıtları yok etmeyi kurgulayan klasik devrim anlayışı değildir. Devrim çirkini, kötüyü, yalanı ve zorbayı aşıp güzele iyiye ve hakikate ulaşmaktır. Meşru savunma ise bu özgür dünyayı yaratmanın yegane zorunlu örgütlülüğüdür. Ağızlarda düşürülmeyen barış ve kardeşliği direnmesiz ve devrimsiz düşünmek ancak oportünistlerin, demagogların ve kaçkınların tavrı olabilir. Çünkü devrim ; eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve barış demektir . Bu anlayışla değerlendirildiğinde Meşru savunma felsefemiz: “Dünyayı yenecek gücümüz olsa da hiç kimseye saldırmayacağız; bütün dünya birleşip üzerimize gelse de meşru savunma haklarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz” (önderlik). Özgür bir ülke ve özgür bir toplum ancak özgür bir yönetimle mümkündür. Bunlara ulaşmanın ve korumanın yegane yolu da güçlü bir öz savunmadır.