- Home
- DEMOKRATİK ULUS
- EĞİTİM
- Tarihte Şehir Savaşları -5

Tarihte Şehir Savaşları -5
İspanya İç Savaşında Uluslararası Dayanışmanın Tarihi Örneği: Uluslararası Tugaylar
İki dünya savaşı arasındaki en önemli savaşlardan biri İspanya İç savaşı olmuştur. Krallıkla yönetilen İspanya’da 1902-1923 yılları arasında 33 kez kabine değişikliği yaşanmış; 1923’te ordu darbe yapmış, general Rivera başbakan olarak diktatörlüğünü tesis etmiştir. Bu gelişmeyle birlikte ülkede sağ-sol kamplaşma-51 sı daha katı şekilde gelişmiş ve sürekli bir kaos ortamı doğmuştur. Rivera 1930’da istifa etmek zorunda kalmış ve bunu izleyen 6 yıl boyunca solcular hükümete gelince sağcıları hapse tıkmış, sağcılar iktidarı alınca solcuları tasfiyeye girişmiştir.
1936 yılında Cumhuriyetçi hükümete karşı ordu içinden bir ayaklanma patlamış, faşist General Franko bu ayaklanmanın başına geçmiş; karşısında ise solcular (Cumhuriyetçiler), işçiler, köylüler, anarşistler bir safta toplanmıştır. Böylece İspanya iç savaşı başlamıştır.
Savaş başlar başlamaz Hitler ve Musulloni birere uçak filosunu Franko’nun yardımına göndermiştir. Cumhuriyetçiler ise Sovyetler Birliğinin desteğini aldığı gibi daha da önemlisi 53 ülkeden gönüllülerin katıldığı Uluslararası Tugayların kurulmasıdır.
Uluslararası Tugayların oluşturulma süreci öncelikle İtalya ve Fransa Komünist Partilerinin girişimiyle başlamıştır. Fransız Komünist Partisi savaşçıların üniformalarını dikmeyi de üstlenmiştir.
İlk büyük başarı Madrid Savunması olmuştur. Her yerde siperlerde çatışmalar devam ederken faşistler Madrid’e doğrudan saldırmak yerine kuşatma kararı almışlardır. Madrid ve birçok kentte-kasabada kıran kırana çatışmalar yaşanmıştır. Hitler uçakları Picasso’nun resmine konu olan Guernica kentini bombalamışlardır. Faşistlerin Madrid’i almalarıyla savaş sona ermiştir. Savaşta ölen insan sayısının 500 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Böylece 1975 yılına dek sürecek olan Franko’nun diktatörlük süreci başlamıştır.
Fakat direnişin anıları İspanya toplumunda geri dönülmez bir demokratik uyanışa yol açmış, Franko’nun ölümünden sonra çok geçmeden faşizmin elinde şekillenmiş olan İspanya Anayasası değiştirilmiş; özerk bölgelere dayalı bugünkü sistem kabul edilmiştir.
Savaş sırasında uluslararası dayanışmanın en güzel örnekleri yaşanmış, gönüllüler sıkı bir disiplin içinde eğitimlerini görmüş ve her cephede savaşmış ve moral kaynağı olmuşlardır. Fakat faşistlerin diğer devletlerden aldığı desteği kırmak adına 1938 Eylülünde Cumhuriyetçi hükümet on bin kadar yabancı gönüllünün bulunduğu Uluslararası Tugayları dağıtma kararı almış ve bunu da Milletler Cemiyetinde açıklamıştır. Gönüllülerin bir kısmı faşistlerin iktidarda olduğu ülkelerden geldiği için geri dönüşleri riskliydi. Bu nedenle İspanyol vatandaşı yapılmış ve halk ordusuna katılmışlardır.
“Şehir Gerillacılığı” Adının Kaynağı: RAF
1968 gençlik hareketleri döneminde sol gurupların mücadele yöntemlerini pasif bulan Ulrike, bir alış-veriş mağazasını kundaklamaktan tutuklu bulunan Andreas’ın hapishaneden kaçırılmasına katılmış ve bu olay ardından RAF kurulmuştur.
Firardan sonra Andreas 20 kadar arkadaşıyla birlikte Filistin Kamplarında eğitim görmüş ve dönüşlerinde şehir merkezlerinde kapitalizmi ve hükümeti hedefleyen eylemler gerçekleştirmişlerdir. ABD üslerinin bombalanması, banka soygunları, sabotajlar, kundaklamalar, şoför ve korumaların vurulması, diplomatların ve sermayedarların rehin alınması ve vurulması gibi birçok eylemle Almanya ve dünya gündemine giren gurubun öncülerinden Ulrike ve Andreas başta olmak üzere birçoğu 1972 yılında yakalanmıştır.
Ulrike ve Andreas sırasıyla 1976 ve 1977 yıllarında hücrelerinde ölü bulunmuşlar; kendilerini öldürdükleri iddia edilse de Ulrike’nin kendini astığı iddia edilen ipin beden ağırlığını taşıyamayacak bir battaniye ipi olması, Andreas’ın ise ensesinden kurşunla vurulmuş olması Alman devletince katledildiklerinin kanıtı olmuştur.
Kapitalizmin kendini örgütleme düzeyine karşılık Alman devrimcilerin toplumu yeterince örgütlememiş olmaları sert saldırılar karşısında varlığını sürdürememelerine yol açmıştır. Fakat hem zindan direnişleri hem de şehir savaşı açısından, halk örgütlenmeleri eksik olsa da geliştirdikleri “şehir gerillacılığı” kavramı, teorisi ve pratiğiyle tarihin önemli derslerini kaydetmiş ve radikal direnişçi bir miras bırakmışlardır.
Sonuç: Savaşan Halkın Zaferi

Arap-İsrail savaşlarından Güney Afrika’ya, Balkanlardan Kafkaslara, Bask ve İrlanda’dan Zapatistalara, Che Guevera gerillacılığından Mahir Çayanlara daha birçok örnek incelenebilir. Ömer Muhtar’ın İtalyanlara karşı örgütlediği direniş, çöl gerillacılığı açısından öğreticidir. Cezayir bağımsızlık savaşında 470 binlik Fransız güçlerine karşı 30 binlik devrimci halk gücüyle direnilmiş; 960 bin Cezayirli hayatını kaybettiği halde zafer elde edilmiştir. Her birinden alınacak büyük dersler vardır. En son Kobani direnişi adeta tarihin tüm şehir savaşlarının derslerini kendinde toplamıştır.
Günümüzde devletli uygarlık ile demokratik uygarlık güçleri arasındaki savaşların sonuçlarına bakıldığında sivil kayıpların geçmişle kıyaslanamayacak kadar arttığı, yani eski savaş tarzlarının aşıldığı görülmektedir.
Birinci dünya savaşında sivil kaybı % 5, ikinci dünya savaşında % 48 iken 1990’lardan günümüze devam eden savaşlarda ise % 95’tir. Bu istatistik bile -savaşlara katılsın veya katılmasın- şehirlerin ve sivil halkın hedef haline geldiğini göstermektedir.
Şehir savaşlarının diğer önemli bir sonucu göç olgusudur. Özellikle iç savaşa dönüşen savaşların ağır sonuçlarından biri de kapsamlı göçledir. Hannah Arendt bu yeni durumu Emperyalizm kitabında şöyle tanımlamıştır: “1920’lerden sonraki iç savaşlar… hiç bir yere kabul edilmeyen ve hiçbir yerde asimile olamayan göçmen guruplar yarattı. Anayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzdular; devletlerini bıraktıklarında artık devletsizdiler; insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızdılar, yeryüzünün posasıydılar.”
Göçmenler devletlerarası ilişkilerde diplomasinin önemli bir bileşeni durumuna gelirken egemenlerin tek derdi onlardan kurtulmak veya siyasi-ekonomik şantaj aracı haline getirmek olmuştur.
Şehir savaşlarının düşman askeri üzerindeki psikolojik etkilerine ise günümüz teknolojisi bile çare olamamıştır. Çağdaş savaşların tanımı çerçevesinde nükleer güce ve teknik hava gücüne dayalı olarak askeri psikolojisinin rahatladığı iddiasının direnişçiler tarafından tersine çevrilmesidir. “Çağdaş savaşların aseptik olması gerekmektedir. Öyle ki Amerikan askerleri birkaç saatlik bir uçuşla Afganistan’a bombaları bıraktıktan sonra evlerine dönüp televizyondaki futbol maçını izleyebilmektedir.”(Renata Salecl) Emperyal güçler virüs, mikrop, hastalık kapmayan, sendroma girmeyen askerler döneminin başladığını iddia ederken belli ki şehir içindeki savaşları, hele ki son dönemlerinkini göz önünde bulundurmamışlar veya propaganda gereği öne çıkarmamışlardır.
Geçmişin şehir savaşlarında genellikle “kuşatma” ve buna karşı direniş söz konusuyken günümüzde sokaklarda, evlerde, barikatlarda çatışma durumu başat hale gelmiştir. Yeni neslin televizyonlarda Kudüs, Saray-Bosna, Bağdat, Şam, Kobani sokaklarında gördüğü çatışma manzaraları şehir savaşlarının ne denli “yakın alan” savaşına dönüştüğünü anlatmaya yetmektedir. Bu durumun derin psikolojik sonuçlarının olması da kaçınılmazdır.
Şehirlerde uzun süren savaşın iki yönü keskin kılıç gibi etkilerinin olduğu da yadsınamaz. Halkın direngenliğine karşın “zaman” faktörü doğru değerlendirilmediğinde düşman güçler bunu kırılmaya dönüştürebilmektedir.
Kentlerdeki doğal ve tarihi dokunun tahrip edilmesi ise bazen hem moral hem de kültürel açıdan onarılması güç sonuçlar doğurabilmektedir. Buna karşın özgürlüğün bedelinin hiçbir şeyle ölçülemeyeceği açıktır. Tarihi değerler ve yaşam alanı yıkılır veya yağmalanırken devreye kapitalist inşaat şirketlerini koymaları da direnen halk açısından sonucu değiştirmez. Tarihin tüm direnişlerinin öğrettiği en büyük ders kalıcı zaferlerin sadece savaş meydanında kazanılan zaferler olmadığı; savaş meydanında kaybetmemek kadar toplumsal inşa ve kültürel direnişin kalıcı sonuçlar doğurduğudur.

Düşman bu savaşlarda tecrübe kazanmış ama halklar adına direnenler de tecrübe kazanmıştır. Örneğin Almanlar ilk Sovyet kentlerine saldırdığında “blok blok ve paralel ilerleme kollarının oluşturulması” dersini çıkarmış ve diğer kentlere saldırırken uygulamıştır. Başlangıçta zorlukla ancak iki hafta direnebilen Sovyetler ise edindikleri tecrübe sayesinde aylarca direnmeyi ve zafer kazanmayı öğrenmişlerdir.
Şehir savaşları ister aylarca isterse sadece günlerce alan tutma şeklinde sürsün ya da alan tutma taktiği yerine vur-kaç taktiğiyle sürekliliğini sağlasın, neticede sömürgeci soykırım rejiminin halk üzerindeki siyasi, sosyal, kültürel etkilerinin önemli ölçüde kırıldığı savaşlar olmaktadır. Bu anlamda safların netleştiği ve şayet yeterince örgütlendirilmiş ve bilinçlendirilmişse halkın daha güçlü katıldığı, kader tayin edici savaşlar niteliğindedir. Savaşın düşman devletin metropollerine taşırılması ise artık zafere doğru son darbelerin vurulması anlamına gelmektedir. Tarihteki örnekler her türlü taktik zenginliğe ilham olsa da asıl zafer stratejisi halkın savaş koşullarına göre örgütlenmesi olmaktadır.
Halkın tümünü hedefleyen düşman saldırıları karşısında çöl, ova, dağ ve kentlerde yaşayan tüm halkın koşullara göre örgütlendirilip direnişe geçirilmesi, egemenlerin kirli savaşlarına karşı tek çare olmaktadır. Güney Afrika gibi örneklerden de anlaşıldığı gibi diyalog ve müzakere süreçleri bile direnişlerin gücüne bağlı şekillenmiştir.
Günümüz dünyasında bunca acımasız olan ve % 95 sivil halkın katledildiği savaşlara karşı zafer kazandıracak stratejik direniş halksız düşünülemez; düşman tekniğine karşın halkı örgütleyecek kadronun ölçülerinin yükseltilmesi, halkı katabilecek savaş komutanının yeteneklerinin geliştirilmesi ve tüm dünyayla siyasi kanalların açık tutulması gibi duyarlılıklar mücadelenin başarısında vazgeçilmez sayılmaktadır. Çünkü işin sırrı Önder APO’nun ısrarla vurguladığı tek cümlede saklıdır: “Savaşan halk gerçekliğine ulaşmak!”