Özel savaşa karşı, Devrimci Savaşı dayatarak tarih önünde haklı olanın gelişimini belirleyeceğiz

By on 12 July 2021 0 528 Views

Önder APO’nun 2 Temmuz 1990’daki değerlendirmelerinden alınmıştır.

Özel savaşın içinde bulunduğu durum ve son olarak bize dayattığı politikalar ve özel savaşın psikolojik boyutu karşısında gerek öncülük düzeyinde, gerekse halk ayaklanmaları düzeyinde yaşanan yetmezlikleri ele almak ve çözümlemek büyük önem taşıyor.

Pakistan halkının, krallıklarla idare edilen halkların, ufak bir yer parçasında bile gösterdikleri ayaklanmaların, sınırlısını bile gösterememe durumu, ancak özel savaş ve onun psikolojik boyutuyla izah edilebilir. Prusya politikacıları bile buna şaşmaktadırlar. Günümüzün demagoglarından ve en kaşarlanmış burjuva politikacılarından Demirel’i bile şaşırtan olgu, özünde budur. Adına “halkımız devletine çok bağlıdır, olumludur” dedikleri; aslında özel savaşın kesin koşullandırdığı, tek taraflı boyun eğdirdiği, halk yığınlarının yaşadığı durumu ifade etmekte kullanılmaktadır. Deyimin ger-çek anlamı budur. Oldukça tarihsel temellerde ele alındığında iyi kavranır ve yine güncel yaşamın ayrıntılarında etkileri görülürse, hakkıyla anlam ifade edebilir.

Bugüne kadar bizim sınırlı çabalarımız dışında, devrimci güçlerin konunun muazzam cahili olduğunu belirtmek gerekiyor. Bırakalım konunun bilincinde olmayı, çoğu objektif olarak özel savaşın propaganda kolu durumuna düşüyorlar. Maalesef özel savaşta polis ve istihbarat biriminin, solu işlemez kılmada, genelde muhalif güçleri işlevsiz kılmada çok usta olduğunu söylemek ve esasta bu temelde yönettiğini belirtmek fazla abartılı bir yaklaşım değildir.

Türk sisteminde, özellikle de Anadolu’da, Selçuklu ve Osmanlılarla birlikte gelişen merkezi-feodal-despotik sistemlerde denilebilir ki, devlet yaşamı bütünüyle özel savaş yaşamından ibarettir. Anadolu’da yoğunlaşan Türk gücünün, özellikle egemen sınıfların devletleşmesinde en çok geliştirilen savaş şekli; özel savaştır. Yeniçeriler kuruluşunun gelişimi bu konuda örnektir. Yedi yaşından itibaren, çeşitli halklardan derlenen Hıristiyan çocukları, öyle süzgeçlerden geçiriliyorlar ki, sultanlığın merkezi gücü haline getiriyorlar. Yine Osmanlı devletini yükseltmede ve yaşatmada yüzyıllarca süren en gerici, tutucu bir savaş gücü olduğunu biliyoruz. Bunu daha çok da sindirici etkisini halen yaşayan halkların korkularından anlamaktayız. Öyle bir terör ve korku yaymışlar ki, Balkan halkları, Anadolu halkları, bugün bile Türk barbarlığı deyince o dehşeti akla getirmektedirler. “Vurun kellesini” sloganıyla, bir çırpıda istediklerini vurabilirler ve bu büyük bir dehşet salarlar. Başlı başına büyük bir psikolojik etki söz konusudur.

Burada karşımıza çıkan diğer bir olgu; Osmanlı sultanları kendi içinde öyle bir terör geliştiriyorlar ki, iktidar için gerektiğinde bütün kardeşler boğdurulabilmektedir. Ve bu normal görülmektedir. Bu büyük bir terör anlamına geliyor ve iktidarın yaşatılmasında neye dayanılmak istendiğini veya dayandığını açıkça gösteriyor. Halklara ve kendi içinde olası iktidar öğelerine karşı öyle dehşetli terör uygulanıyor ki, yüzyıllardır methedilen Osmanlı sistemi yürürlükte kalabiliyor. Hem halklar içinde hem de kendi içinde alternatiflerini yok etme, bu sistemin en belirgin özelliği olmaktadır.

Bu temelde yaratılan sahte bir Osmanlılık vardır.

Sivil ve askeri kullardan veya çıkar grubundan oluşmuş bir güruhun, evrensel çapta bir terörist şebeke olarak, “sultanlık” adı etrafında, her türlü cinayeti, talanı ve ahlaksızlığı sınırsız geliştirirken ne iyi bir millet ne de yeni ve ilerici bir sınıf ortaya çıkarmaları söz konusudur. Bilakis, en kendini bilmez, en üretimden kopuk, en çapulcu, en cani, en eli kanlı ve insani hiçbir değerle alakası olmayan bir şebeke türüyor. Bu öyle bir kuvvet meydana getiriyor ki, hiçbir halka, hatta ilerici olma anlamında hiçbir sınıfa veya harekete nefes alma imkanı bırakmıyor. Demokratik gelişmeye, kültürel bir gelişmeye bile fırsat vermiyor. Sanatsal, ekonomik ve sosyal gelişmeyi tanımıyor. Anladığı tek şey; “vurun kellesini, alın ganimeti”. Bu temelde yükselen bir rejim, devlet ve ordu, tam anlamıyla özel savaş kategorisine girer.

Türk egemen sisteminin özel savaşta psikolojik boyutu çok köklüdür.

Denilebilir ki, temelde değer gasp etme, bu özel savaş sistemine dayanmaktadır. Kitlelerin boyun eğdirilmesi, karşıt grupların oluşmaması, her türlü gelişmeden alıkonulma ve psikolojik etki çok önemli bir yer arz eder. Bu sistemi, Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal eliyle olduğu gibi Osmanlı’dan devralmıştır. Cumhuriyet adı değiştirilmiş, maskelenmiş Osmanlı kurumudur; cumhuri-yete temel teşkil eden devlet kalıntısı Osmanlı’dır. İdeoloji, politika ve uygulama tamamen Osmanlı’dan miras alınmıştır. Bizzat hayata geçirenler, Osmanlı paşaları ve bürokratlarıdır. Dolayısıyla Cumhuriyet’in oluşumundaki savaş mantığında, özel savaş büyük rol oynar. Daha sonra toplumun denetim altına alınmasında, psikolojik savaş boyutu en çok uygulanan sistem olur.

Mustafa Kemal’in bütün mahareti; sınırlı da olsa Yunan kuvvetlerine, onun müttefiklerine ve daha çok da iç rakiplerine karşı bu özel savaş sistemini çok iyi geliştirebilmesidir. Daha başlangıçta, Anadolu’da, gerçek anti-emperyalist, anti-feodal bir temelde geliştirilmek istenilen ve eğer M. Kemal’in özel savaşı olmasaydı, rahatlıkla gelişebilecek olan ilerici çıkışlar özel savaş yöntemleriyle bastırılmasaydı; günümüze doğru halk hareketlerinin gelişimi çok değişik olurdu. Tarih biraz daha derinliğine kavranıldığında, özellikle Cumhuriyet tarihinin kuruluş aşamasında görülecektir ki, M. Kemal’in komutanlığı öyle bağımsızlık savaşçılığı değildir. Anti-emperyalist, anti-feodalliği güdükleştirmede, işlemez kılmada, tam Osmanlı geleneğine yaraşır bir çıkar grubunun diktasını oluşturmada, adeta değişik bir hanedan geliştirmede kullandığı görülecektir.

Dikkat edilirse, M. Kemal padişahın kendisine verdiği görevle, müfettiş olarak Anadolu’ya çıkar. Anadolu’da halkçı hareketler, Mudafa-i Hukuk Cemiyetleri, komünist hareketler vardı. Güneydoğu’da Fransızlar’a karşı anti-emperyalist hareketler başlamıştı ve Kürdistan’da da gelişme halindedir. M. Kemal bunları bastırmak için yola çıkar. Ordu müfettişliği görevi çok somuttur. Ama M. Kemal şunu görüyor; sultanlık tarihi, artık gerek dünya çapında, gerekse Anadolu’da yaşatılamayacak kadar çürümüş bir konumdadır. Dolayısıyla onun adına onu savunmak; yenilgiyi peşinen kabul etmek demektir. Birinci saptaması budur. İkinci saptaması ise; eğer kendisini etkili olarak devlet kalıntılarına, asker ve sivil kişi ve kuruluşlara dayandırarak örgütlemezse, Anadolu’daki halk hareketleri, Kürdistan’daki Kürt ve Ermeni hareketleri başarılı olabilir. Anadolu’da daha o zaman Bolşevizm istinadı gösteren, en azından demokratik bazı hareketler kendisini aşabilir. Dolayısıyla “emperyalizmle, Yunan’la, Rum’la, Ermeni’yle savaşıyorum” adı altında, Müslüman kitleyi, Kürler’i, hatta komünistleri ve demokratları aldatması mümkündür. Halk savaşı biçimleri olan gerilla kuruluşlarını, “sonuç alamazlar” diye, daha 1920’lerin başında tasfiye ederek, el altından emperyalizmle uzlaşmak için bütün gücünü gösterebilir; yine “anti-emperyalistim” adı altında, Bolşevikler’i aldatabilir. Bütün bunları göz önüne getirdiğimizde, yapılmakta olanın dört başı mamur bir özel savaş uygulaması olduğu görülmektedir.

Kaba bir işgalciliğin Anadolu’da tutmayacağı açıktır.

Dolayısıyla kaba işgalcilik, M. Kemal’in eline sahte bir ulusal kahraman olma fırsatı vermektedir. “Yunan işgaline karşı çıkı-yorum” sloganı altında, aslında çözülen, tükenen ve yok olan Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından, cumhuriyet adı altında, en köhne ve gerici bir devleti ortaya çıkarıyor ve bunu özel savaş yöntemleriyle yapıyor. İşin bu yönü daha ağır basan yönüdür. Kaba işgalcilik kendiliğinden de aşılabilirdi; Yunan kuvvetlerinin Anadolu’da uzun vadeli durması mümkün değildi. Dolayısıyla uzun vadede tehlikeli olan; gelişebilecek halk hareketleriydi, komünistlerin de açık olarak yer aldığı milli hareketlerdi. Bu hareketlere karşı da-ha çok savaşmıştır. O halde, asıl olan Mustafa Kemal’in emperyalist işgale karşı savaştığı değil; toplumsal-ulusal muhalefete karşı savaştığıdır. Türk halkında alabildiğine gelişen demokratik muhalefete, Kürtler’in, Ermeniler’in ve diğer azınlıkların ulusal istemlerine karşı bir savaşı geliştirdiği gerçeğidir. Örtbas edilen de budur. Cumhuriyet tarihinin örtbas ettiği ve işin esas yönünün bu olduğu, bunun da bir özel savaş yöntemi olduğu açıktır. Yani halk hareketlerine karşı hiç savaş yürütmemiş gibi her şeyin üstü örtülmüştür.

Sadece kendi içindeki muhalefete ve silah arkadaşlarına kar-şı da aynı özel savaş yöntemlerini uygulamıştır. Ondan daha fazla bu savaşta rol oynayan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve yine diğer bu savaşın askeri kadrolarını, 1925-26’lara ulaşmadan, hepsini idamla, sürgünle, zindanla tasfiye etmiş ve tipik bir terörle, sindirmeyle, özel savaşla karşılaştırmıştır. Özel savaş kendini en çok da Kürdistan’daki tenkil* hareketlerinde ele vermiştir. Bastırmadan imhaya kadar, Kürdistan’da yürütülen savaş; savaş adı altında, Hitler’in yürüttüğü topyekûn imha savaşına benziyor. Elinde silah olanlara karşı yürütülen bir savaş değildir; bütün halka karşı yürütülen bir savaştır ve kitleyi imha karakterindedir. Dolayısıyla özel savaş kategorisine girer. Bir yandan acımasız olarak bastırırken, daha çok da bunun korkusunu, yani psikolojik boyutunu örgütlüyor.

Özel savaşta en çok darbe yiyen ve günümüzde tamamen boşaltılan yöreleri değerlendirdiğimizde göreceğiz ki; tenkil, imha ve bastırmayla birlikte, öyle bir psikolojik korku yayılmıştır ki, saflarımıza kadar savrulan ve bir daha kendine gelemeyen kişilikler bile söz konusudur. Cumhuriyet tarihi boyunca Kürdistan’da geliştirilen uygulamalar, tamamen özel savaş uygulamalarıdır. Terör, sindirme ve özellikle göçertme psikolojik savaşla tırmandırılmıştır. Osmanlılar’ın geliştirdiğini aratmayacak cinsten, hatta II. Abdülhamit döneminde Hamidiye Alayları’nın yaptıklarını aratmayacak cinsten bir özel savaşın, görülmemiş bir yoğunlukla uygulanması söz konusudur. Bu yakın geçmiş tarihi anlamak için, günümüzde 12 Eylül faşist cuntası tarafından uygulanmış ve halen de uygulanmakta olan bazı taktiklere bakmak gerekir. Özellikle yörelerin kültürel farklılıklarını kullanma, hatta kişilikleri esas alma, değer verme tarzında geliştirilen özel savaş taktikleri, o günlerde de ilk ifadelerini buluyordu.

Mustafa Kemal’in, “Osmanlı sultanlarının koruyucusu veya savunucusu gözüktüğü ve sınıf temeli itibarıyla da çapulcu, feodal egemen sınıfın dinsel mezhebi olan Sünniliği esas alması, geliştirmesi gerçeğini dikkate alıp, kendisinin de Osmanlı’ya karşı ‘cumhuriyet’ adı altında, Alevilik’e çıkış yaptırdığı ve özgürlük sağladı-ğı” biçiminde bir sav var. Aslında Bektaşilik nasıl Yeniçeriliğin tarikatıysa, günümüzde de Nakşilik, Cumhuriyet’in toplumu dinle etkilemesi ve buna bağlı daha bir çok tarikatlaşmayı geliştirmesidir. Bu konuda son derece ikiyüzlü olduğu açıkça görülecektir. Yeni bir taktik olarak kullanmaları söz konusudur. Ama bu taktiği kullanırken, aslında en çok vurduğu kesim; yoksullaştırılan, katledilen ve sürgün edilen kesimdir. Günümüze kadar da bunun az-çok yürürlükte olduğu biliniyor.

Yoksul kesimlerin dinsel yönelişi olan başta Alevilik vb. mezhepler Ortaçağ görüntülü ideolojik yaklaşımlardır. Bunlar ve mensupları tasfiye edilmiştir, ama bunlar “savunma”, “koruma” adı altında yapılmıştır. Cumhuriyet’in bu nitelikteki özel savaş yöntemi, halen yeterince kavranmaktan uzaktır ki, CHP politikacılığında ve günümüzde SHP’de devam ettirilen bu yaklaşım, en son “Cumhuriyet gazetesi”nde ortaya atılmak istendiği gibi, devlet çıkarına nasıl koşturulduğunu ibret verici bir biçimde göstermektedir. Kemalistler’in, Kürdistan’ı imha seferberliğinde kültürel çelişkileri ve bunların sınıf temsilciliğini birbirlerine karşı nasıl kullandığını çok iyi biliyoruz. Hatta günümüzde bile etkileri oldukça fazladır ve toplumsal-ulusal birlikteliği oldukça parçalamıştır. Özellikle Kürdistan’ın önemli bir bölümü kapsamlı bir Türkleştirmeyle birlikte, sürgüne tabi tutularak, tasfiye edilmiştir. Halklar adına olumlu değerler ortaya çıkacak olursa, tam bir özel savaş uygulaması dayattığı ve psikolojik terörü oldukça tırmandırdığı açıktır.

Dersim’deki katliam çok iyi bilinir.

Kemalistler tarafından özenle hazırlanmış, adım adım geliştirilmiş, daha sonra bir kaç imha darbesiyle yerine getirilmiş, geride kalanlar üzerinde de psikolojik terörle birlikte tamamlanmıştır. Korkma, kaçma, beyaz terör dediğimiz dönemi ardından getirmiştir. Sonuç; günümüze doğru geldiğimizde, nüfusun üçte ikisinden fazlası metropollerde, yurt dışında ve geride kalanların da bir an önce kaçmak istedikleri bir bölge akla gelmektedir. Daha da kötüsü, sahte bir Dersimcilikle, bu temelde yüzde yüz Dersim gerçeğine ihanet ederken, ona karşı en ufak bir yurtseverlik görevini bile yerine getiremeyenler söz konusu. Bunlar Avrupalar’da, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere metropollerde, “Alevi milletvekilleri”, “Dersim kökenli aydınlar” adı altında ve tamamen düşmanı örtbas eden bir durumla, yurtseverliğe karşı yer almaktadırlar.

Çocuk yaşta devşirilenler, -Yeniçeri ocaklarında Hıristiyan çocukların devşirilmesi gibi- çoğu anasız-babasız bırakılmıştır. En çok okullar, hatta öğretmen okulları buralarda kurulmuştur. Devşirilen bu çocuklar, en halis Türkleşme muamelesine tabi tutulup, İstanbul Türkçesi’yle ve yaşam tarzıyla yetiştirilmektedirler. Kendilerine verilen cumhuriyet memurluğu -ki, buna eskiden “Kapıkulu” denilirdi, biz “cumhuriyet kulları” diyebiliriz- yeniden Cumhuriyet kullaşması temelinde, yaşam tarzı, felsefesi ve hareket tarzıyla kısaca tüm yaşamdan anladıkları, tam bir Kemalist’in yaşam tarzıdır. Doğa ve fiziki yapıları, tamamen Kürdistanlı ve Dersim gerçeğiyle bağlantılıdır. Bu çok tehlikeli bir oluşum anlamına geliyor. Gövdesiyle, fiziğiyle Kürdistanlı; ruhuyla ve beyniyle Kemalist! Ucubelik böyle ortaya çıkıyor. Böyle bir ucubeleşme de, bir halkın başına getirilebilecek en büyük beladır. Maalesef böylesine bela tipler oldukça fazladır. Yalnız Dersim’de değil, bütün bölgeler böyledir. Dersim’de uygulanan en gerici biçimidir.

Unutmayalım ki, Dersim, Kürdistan tarihinde en çok işgal ve istila edilen yer durumundadır. Daha 1940’lara kadar da, Kürdistan’da “isyan” denilince akla gelen bir no’lu bölge anlamına gelmektedir. Orada geliştirilen ve başarıya götürülen özel savaş yöntemleri, adım adım Kürdistan’ın bütün bölgelerine taşırılmıştır. Günümüzde revaçta olan ve oldukça çarpıcı bir biçimde karşımıza çıkan bazı tarikatlaşmaların merkezine baktığımızda, Silvan, Batman gibi yörelerde, Refah Partisi gibi bir MİT oluşumu, %25’le en birinci parti durumuna yükselebiliyor. Günlük basını izlediğimizde, “Silvan’da ve Batman’da, her türlü dini yayın sınırsız bir özgürlük altında muazzam satılıyor ve kitle temeli buluyor” deniliyor. Dolayısıyla karşımıza çıkan olay; daha değişik bir dini teşkilatlanma adı altında, bir özel savaştır. Hatta “Humeyni taraftarları örgütlensin” deniliyor. Aslında bu büyük bir sahtekarlıktır. Bu sefer de “Humeynicilik” maskesi altında örgütlenmeye çalışılıyor, özündeyse Humeyni’ye karşıdır. Fakat etkisini çarpıtmak için bu kılığa giriyor.

Neden Silvan ve etrafı?

Çünkü Silvan, Kürdistan’ın tarihi bir merkezidir. Kürdistan tarihinde “Farqînê” adında bir devlet burada kurulmuştur, merkezi burasıdır. Yurtseverliğin en iyi boy vereceği bir alandır. Özel savaş, bu sefer erken davranarak, daha değişik bir tarzda “Nakşi tarikatı” veya “Humeynicilik” maskesi altına girerek örgütlenmek istiyor. Eskiden sahte milliyetçilik vardı. Kontrolü MİT tarafından yapılan Kürt milliyetçiliği ve işbirlikçiliğinin, 12 faşist darbesi döneminde de özel savaşın en etkili bir maskesi olarak işlev görmesi ilk burada görülmüştür. Yine Hakkari ve Botan’da koruculuk geliştirilmiştir, Van’da aşiret beyleri vardır. Onlara da sınırsız silah ve para verilerek bir kuvvet derlenmiştir. Kars ve Ağrı boşaltılmıştır. Erzincan’-dan Sivas’a, Malatya’dan Maraş’a doğru indiğimizde artık birer sınır bölgesi olan buraların Kürdistan olmaktan çıkarıldığını, yoğun bir Türkleşme politikası yaşanıldığını görüyoruz. Tüm diri nüfus, çok usta bir biçimde işsiz bırakılarak, sahte bir yaşam felsefesiyle yurt dışının kapısını açma temelinde ülkeden uzaklaştırılıyor.

Yöntem şudur: Bazı aileleri palazlandırıyor, hatta eline parayla adam çıkarma temelinde pasaport yapma yetkisi de veriyor. Aynı zamanda her pasaport başına gelir de sağlıyor. İşbirlikçi aile bu yönlü propagandalara başlıyor; sürekli “çok güzel bir yer, para bol, zaten iyi bir yaşam imkanı da var” diyor. Emperyalist metropollerin polis teşkilatlarıyla, MİT ve Türk polisi teşkilatı arasında anlaşma var. Artık her bölgeden insan veya halk kesimlerini boşaltma işlemine girişiliyor. Avrupa’da, hatta Türkiye metropollerinde, özellikle de İstanbul’da mahalleler oluşuyor. İzmir’de, Adana’da, Mersin’de, Antalya’da, hatta Bodrum’da. Buralar Türk büyük-burjuvazinin yaşadığı alanlardır; şimdi oralarda hemen hemen bir Kürt kolonisi veya mahallesi oluşmuştur. Bunların oluşum hikayesine bakarsanız; hepsinin özel savaş temelinde oluştuğunu açıkça görürsünüz. Bursa’da, İstanbul’da, birer Dersim mahallesi var. Mardin mahallesi, Urfa mahallesi, Bingöl mahallesi, Kars mahallesi, Ağrı mahallesi gibi mahalleleşmeler hızla oluşturulmaktadır.

Bu mekanizmanın başında polis ayarlaması vardır. İşbirlikçilere önce iyi bir yaşam ve güvence verir, daha sonra bunlar da diğerlerini misafirlik yoluyla çağırırlar; “gelin, bakın, eski yaşamımıza göre cennet gibi bir yaşam var” propagandasını yaparlar. Diğerleri başka aileleri görür, o aileler de kendi yakınlarını görür ve olaylar zincirleme devam eder. Kendi yakınlarını çağırırlarken, sonuçta beş yüz hanelik köyden yüz tane çocuk, kadın ve ihtiyarlardan ibaret insan kalır ya da kalmaz. Zaten kalanlar da çalışamaz veya iş göremez kesimdir.

Sonuçta, özel savaşın mükemmel çalışması, psikolojik etkinin harekete geçirilmesiyle, “adeta güzel yaşamaya gidiyoruz”, “param boldur”, “köyümüze göre cennet sayılır” denilerek, tam an-lamıyla ihanete savrulma fırtınası gelişir. Çok tuhaf! Sıra şimdi yetmişlik ihtiyarlara gelmiştir. Onlarda da Avrupa aşkı başlamıştır. Beni zincire bağlasalar, on beş gün işlevsiz kalmam imkansızdır. Yetmişlik ihtiyar dedeler ve nineler, ellerine almışlar pasaportu, Avrupa tutkunu olmuşlar. Öldürseniz bir Avrupalıyı bizim köylerde bir hafta yaşatamazsınız, ama bizimkiler gözü kara gidiyorlar. Bu eşi görülmemiş bir özel savaş ve psikolojik yöntemin sonucu gerçekleşiyor. En büyük ihanet hareketlerinden birisi olarak bunu görmek gerekiyor.

Nitekim, 1960’lardan beri, özellikle Kürdistan’ın Türkiyelileştirmeye tabi tutulan kısımlarının yarısından fazlası boşaltılmıştır. İyi incelenirse, bunda halk yığınlarının yoksul bırakılması, terörle ve katliamla korkutulmasının olduğu görülecektir. Dersim’in, Erzincan’ın, hatta Kars’tan tutalım Maraş’a kadar ülkenin boşaltılmasında faşist-terör şebekelerin etkisi vardır. Maraş katliamı, aslında bu konuda çok önemli bir işlev görmüştür. Önemli oranda bu sahaları boşaltmada psikolojik etkiyi sağlamış ve hemen hemen her yerde buna benzer çelişkilerle korkutulmuşlar, aç bırakılmışlardır. Dediğim gibi, yol açık tutulmuştur ve emperyalizm de Türkiye’ye yardımcı olmuştur. Sonuçta bu alanların tasfiyesi gerçekleşmektedir.

Kürdistan’da daha değişik kesimler de vardır.

Örneğin, Yezidiler, Süryaniler gibi azınlıklar vardır. Polis bir yandan işbirlikçiler eliyle bunlara karşı da terör uygularken, diğer yandan da “gel sana pasaport verelim” diyorlar. Birkaç şebekenin ele başını da Avrupa’da ve İstanbul’da iyi yaşatıyorlar. Bu azınlıklar da korkudan ve yoksulluktan ötürü buraları boşaltıyor. Şimdi neredeyse bu kültürel topluluklardan eser bile kalmayacak. 

Kaba görünümüyle özel savaş; devrimci savaşımıza karşı geliştirilen sahte dinsel tarikatlar, korucu ve aşiret teşkilatlanması vb. şekillerde geliştirilirken, burada daha çok üzerinde durmamız gereken, onun psikolojik sonuçları ve oluşan kişiliğin durumudur:

Ana hatlarıyla değindiğimiz, kısaca tarihsel temeline ve özelliklerine baktığımız özel savaş, günümüzde daha yoğun olarak yürütülmektedir. Aslında bir yandan Kemalizm’in okul sistemi, diğer yandan ekonomik çökertme yöntemleri; kişiliği oluşturmanın temelleridir. Okullarda, bütünüyle ulusal-toplumsal değer yargılarından boşaltma, kendi tarihi değerlerinden uzaklaştırma söz konusudur. Onun yerine Kemalizm’in çarpıtmaları, “Kemalist ilkeler ve devrimler” (Atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi) adı altında, toplumu baştan çıkarma ilkeleri egemen kılınıyor. İnsanlar vatansızlaştırılıyor, anti-demokratlaştırılıyor. Bunları sonuna kadar empoze ediyorlar. Sonuçta karşımıza çıkan tip; tam bir ucubedir! Hali hazırda Türkiye’de ve Kürdistan’da oluşan tip bambaşka özelliklere sahiptir.

Tüm bunları belirtirken, şüphesiz içimizdeki yarayı biraz daha teşhis ve tedavi etmek için belirtiyoruz. Her alandan içimize bireyler gelmektedir, sizler gelmektesiniz. Dersim, Garzan, Botan, Mardin ve Serhat özgülünden bireyler olarak geliyorsunuz. Size bu çözümlemeler temelinde daha iyi bakmamız gerektiğini biliyoruz. Eğer sizi dönüştüreceksek, bu gerçeğin etkisi altında bir psikoloji olduğunu, hatta daha ötesi bir kişilik olduğunu anlamanız gerekir. Her ne kadar Kürdistanlı sayılıyorsanız da, esasında oluşumunuzu belirleyen; ihanet ilkeleri temelinde, daha çok da ürkütülmüş, açıklık ve sefaletle ödü kopartılmış, bir iş bulmak için feda edemeyeceği soylu hiçbir değeri olmayan duruma getirilmiş, nereye savrulursa, neresi geçim kapısı gösterilirse “buna da bin şükür” diyecek kadar kendinden geçmiş, kendini kurtarmak için gerekirse “benden sonra herkese kurban” diyecek kadar çıkar düşkünü olmuş, hiçbir toplumsal ve ahlaki kurala kendisini bağlı hissetmeyen, temel toplumsal ve ulusal çıkarları hiçbir zaman mesele yapmayan bir kişiliktir. Son zamanlarda “Sosyal Dayanışma Kurumu” adı altında, “vakıflar” adı altında, özel savaşın egemen kolu olan devletin, muazzam hırsızlık yoluyla, son tahlilde aldığı kararlar üzerine yürüttüğü operasyonlarla, paranın tümünü ele geçirmesi ve diğerlerini dilencilik sınırına yakın bir yerde tutması; giderek insanların yaşamak için yalvarmasına ve ajanlaşmasına yol açıyor. Buna bir de korku ve sindirmeyi ekleyince, insan bitmiştir. Kendini bir pula satar, “köşe dönme” adı altında yapmayacağı sahtekarlık kalmaz ve insan olmayı da bu temelde anlar.

Bunlar topluma egemendir, toplumun ahlaki ilkesi böyle işlemektedir veya ahlaksızlığı, toplumsal çıkarlar ve ulusal ilkeler temelinde örgütlenmeye gelmiyor. Kim ne söylüyorsa, basit günlük çıkarlar ne söylüyorsa, kendini ona satıyor. Beyinsizdir, yüreksizdir. Sizlerin de bu gerçeklerden etkilenmemeniz mümkün değil. İyi direnememenizin ve iyi savaşamamanızın bu gerçekle bağlantısı vardır. Güçsüz, işsiz, mecalsiz bırakılmışsınız. En kötüsü de sahte bir yaşam, yüreğinize ve beyninize şırınga edilmiştir. İşte ortadasınız. “Ne ot biter, ne saman” misali, neyi inşa edebilirsiniz? Damgasını olumsuzluklardan başka hiçbir şeye vurmamış, dünyada vatanı bu kadar ucuz boşaltan bir halk veya aydın gençlik var mı? Yok! Araştırın bulamazsınız; bu kadar baskıya, sömürüye, işgale boyun eğen halk toplulukları göremezsiniz. Ama Türkiye’de ve Kürdistan’da bu bir gerçektir. Bu gerçeğin oluşumunda en temel rol oynayan sistem; oldukça eskiye uzanan bir tarihi boyutu olan Türk özel savaş sistemi ve onun psikolojik boyutudur.

Psikolojik boyut, kişilik yabancılaştırması veya kişiliğin çarpıklaştırılması deyip geçmeyelim. Özel savaş kişisel düzeyde zafer kazanmıştır, psikolojik savaş hepinizde zafer kazanmıştır. Ve devrimci psikolojiyle sizi savaştıramıyorsak, kurtuluş savaşını da geliştiremeyiz. Devrimci savaş, bir anlamda devrimci psikolojiyle kazanılan bir savaştır. Her zaman “devrimci savaş psikolojisine girin” diyorum.

Özel savaşın ilmiğinden geçirilmiş, kişiliği, psikolojisi, talepleri ve istemleri düzen tarafından ayarlanmış tipler; bırakalım devrimi geliştirmeyi, devrimci savaşımımızın önüne ciddi bir engel olarak dikilmektedirler.

Tipolojileri ortaya koymak önemlidir,

Günlük olarak yaptığımız değerlendirmelerde, sık sık bazı şehirlerin, hatta bölgelerin tipolojisinden bahsediyoruz. Kuzey tipolojisi genel özellikleriyle biraz ortaya konuldu: Dersim tipolojisini biraz açtık, Serhat tipolojisi bazı özellikleriyle ortaya konuldu, Botan tipolojisinin de bazı örnekleri sunuldu. Yine Mardin tipolojisi, Dersim kadar açıldı ve onun da yol açtığı tahribatlar ortaya serildi. Biz bunu kentlere kadar da indirgiyoruz. Çünkü düşman, bazı kentleri kendi alanları gibi ele alıyor ve polis eliyle bu kentlerde bir özel savaş yürütüyor. Özel savaşın baştan çıkardığı gençler var ve gençleri buraya kadar da yolladı. Bazılarını burada tek tek ele aldık. Polis, bu kurbanlarını “gitsin, uğraştırsın” diyerek, kasıtlı olarak üzerimize gönderiyor. Kişiyi baştan çıkarmayı nereye kadar tırmandırdığını göz önüne getirelim; bunlar ortaya çıkmış olgulardır ve ispatlıdır.

Bugün sol güçler nasıl engelleniyor?

Mustafa Kemal döneminde, halk hareketleri olmaya aday gruplar vardı. Sistem onları o gün nasıl tasfiye etmişse, günümüze doğru, özellikle 1970’lerden sonra, faşist polis ve istihbarat kuruluşları da solu engellemede epey mesafe almıştır. Muhalif güçleri, muhalefetin gelişmesini engellemede kullanmışlardır. Aslında bu güçleri ortadan kaldırmaya hiç gerek görmüyor. “İçine yuva yaparım, biraz mikrop aşılarım, bu mikrop bünyeyi zehirler, kendi kendine çürütür” diyor. “Sonuçta ‘çürüme’ adı altında var olan gruplar veya kuruluşlar, benim imha etmemden daha fazla bana yararlı sonuç getirir” diyor ve bunu yapıyor da. Çünkü vurursa, karşı bir tepki direnmeyi getirebilir, direnme eyleme dönüşür ve sistem için tehlikelidir. Sistem bunun için bir şey yapmıyor, yalnızca içinden boşaltıyor. TKP’ye öyle yapmadı mı? Yaptı! TKP’yi kurdu, içine biraz gerçek TKP’liler de girdi, ama esas yönetici güç, M. Kemal’e bağlı kadrolardaydı. Sonuçta vurabildiğini vurdu, satın alabildiğini satın aldı. Bu aracı günümüze kadar da kullanıyor. En son devletle TKP adı altında girişilen icazetli işbirliğine baktığınızda bunu görürsünüz. Tam yetmiş yıldır “komünistlik” adı altında komünistliğin canına okudular.

Kürtçülüğün durumu da aynıdır.

1925 İsyanlarından Dersim isyanına kadar, hepsini acımasız ezdikten sonra, içinden bazı işbirlikçileri elde etmiştir ve bunları daha sonra da sahte Kürtçü yaptırmıştır. Sahte KDP’ler kurdurmuş ve bu sahte KDP’ler, en çok gerçek yurtsever olan hareketimize karşı savaştırılıyorlar. Bize en çok zararı veren bu sahte KDP artıkları oldu. Bunlara korucular, aşiret teşkilatlanmaları da dahildir. Bunlar tamamen ilkel-milliyetçi teşkilatlanmanın elemanlarıdır. Özel savaşın nasıl geliştirildiğine ilişkin en iyi örneklerdir.

1970 sonrasındaki sol, bu temelde ele alınmıştır. Önemli oranda bölünüp, parçalanıp, ideolojik-politik yönden karmakarışık hale getirilmiştir. Devrimci muhalefetin gelişmesi önünde, en büyük handikap güçleri olarak geliştirilmek istenmektedirler.

PKK’yi, hem de PKK adı altında, içinden boşaltmak isteyen kaç tane provokasyon hareketi ortaya çıktı? Cezaevlerinde, daha 1980’lerin başlarında, geleneksel olarak TC’nin en çok tahrip ettiği ve özel savaşı geliştirdiği Dersim zeminini, PKK aleyhinde nasıl kullanmak istediğini de Şahin ve Yıldırım örneğinde görebiliriz. Yine çok iyi önderlik ettiği “Genç Kemalistler Hareketi”ni çok iyi bilmekteyiz. Bu hareket, Diyarbakır zindanında, gizli olarak PKK adı altında neredeyse binlerce kişiyi, “ılımlı PKK”, “demokratik PKK” adı altında PKK’ye karşı savaşan bir güç haline getirecekti. Eğer Parti’nin gerçek militanları kahramanca direnmeselerdi ve bunun için tarihin tanıdığı en büyük direnmelerden birisine yatmasalardı bu mümkündü. Kıl payı bunu başaramadılar, ama neredeyse başaracaklardı. Avrupa’da az mı böyle girişimlerde bulundular? Daha 1982’lerde, yine zindan tasfiyecliğiyle bağlantılı olarak, “ılımlı PKK”, “demokratik PKK” yaratmaya çalıştılar. Yine emperyalizmin, Türk polisinin desteğiyle, sahte solcuların da ittifakıyla, düşmana tek bir kurşun sıktırmamayı amaçlayan “bir tekini bile Hakkari’ye göndertmeyelim” sloganı altında arkadan bir hançerlemeyi dayattıklarını ve her yıl neredeyse bunu gelenek haline getirdiklerini iyi bilmekteyiz. “Ilımlı PKK”, “barışçıl PKK”, “insani PKK ” adı altında, kendi canavarca kapkara maskelerini gizlemek istediler. Bunlar özel savaşın, Partimiz içine taşırılması ve sızma girişimleridir. Maalesef birkaç tane elebaşı bunu bilinçli olarak yaparken, yüzde doksanı da buna alet olmayla yüz yüze kaldı.

En son Afrika’nın Zambiya ülkesinde, yüzde on zam yapıldı diye halk ayaklandı ve az kalsın diktatörü devirecekti. Türkiye’de ise, her gün yüzde on zam vardır, ama sonuçta daha derinliğine işleyen bir pasifikasyon yaşanıyor. Bunun izahını, önemli oranda karşı-devrimin pasifikasyonunda veya özel savaşında aramalıyız. Bunlar gerçektir. Tahribatını en derinden yaşayan alan da Kürdistan’dır. Kürt insanı ve önemli oranda hepiniz, az-çok bu şekillenmeden payınızı almışsınız.

Şu ortaya çıkıyor ki, devrimci dönüşüme eğitim ve tecrübeyle yön verirken, bu gerçekleri göz önüne getirmeliyiz. Ben sık sık şunları belirttim; devrimci eğitimde gerçekliğimizi bölge bölge dikkate almalıyız. Taşlaşmış küçük-burjuva öğelerle, feodal artıklarda bu kendisini daha çok gösterir. Oldukça sinsi ve kurnazca hesaplara yatan küçük-burjuva öğeler dikkate alınmadan, onlardan gelişebilecek olumsuzluklara karşı yönelmeden, devrimci örgüt, eğitim ve savaş faaliyetlerini ilerletemeyiz. Daha da ötesi, düşmanın şekillendirdiği yapılarımızı aşmadan, devrimci kişiliğin gelişimini sağlayamayız. Bilinçli olduğunuz veya “polis sizi bilinçli kullanıyor” anlamında söylemiyorum, ama daha çok onun kültürel, sosyal, ekonomik gerekçeli dayatmalarını deşifre edip, şahsınızda çözümleyip boşa çıkaramazsanız; devrimci eğitime, devrimci eyleme layıkıyla hazır hale gelemezsiniz. Neden kapsamlı militanlar veya inisiyatif sahibi savaşçılar çıkmıyor? Çünkü cilayı biz vurmuşsak, altında eski kişiliğiniz var. Eski kişiliğe istediğiniz kadar yeni cila vurun, eski yine eskidir. Dönüşümün kapsamlı olmasının zorunluluğu bu nedenledir. Bu yalnız, Parti saflarındaki militan savaşçılar için değil, bütünüyle halkımız için de geçerlidir. Halkımıza yaptığımız son çağrıların temel anlamı da budur.

Önce oyuna getirildi, katliamla terörize edildi, korku iliklerinize kadar işletildi. Daha sonra aç bırakıldınız ve Kemalist okullarda sahte bir yaşam felsefesine ulaştınız. Sonuçta, sadece yurdunuzu, malınızı-mülkünüzü bırakmakla kalmayıp, Türkiye ve Avrupa’nın metropollerinde de her şeyinizi mahvedecek, insanlığınızı bitirecek sahte talepler etrafında buna yatacak kadar geriletildiniz. Belki “eski yaşamımızdan daha iyi yaşıyoruz” diyebilirsiniz, ama vatan gitmiştir, özgürlük gitmiştir ve bir daha elde edilmemecesine gitmiştir. Birkaç yıl süre için iyi yaşayabilirsiniz, ama giden senedir, tarihtir ve kaybedilmiştir. Toprak da kaybedilmiştir, bu da en kötü kaybetmedir. Günü kurtarma peşinde olan, maaşı kurtarma peşinde olan kişi, belki bunun ne kadar tehlikeli olduğunu bilmez. Zaten bu tip düşkünün tekidir. “Bugünü kurtarayım da ne olursa olsun” der. Bu tip Kürdistan’da olsun, yurt dışında olsun, nerede olursa olsun, en tehlikeli tiptir. Bunlar, bu vatanın çorak, insanlarımızın da bitkin hale getirilmesinin esas nedenleridir. Bu tiplere karşı, ailede, mahallede, köyde ve kentte savaş ilan etmek gerekir ve bu şarttır. Bu mantık; güncelliğe iliklerine kadar batmış, ama güncelliği de kurtaramayan adamın mantığıdır. Kaldı ki önder geçinir, ailede reis geçinir, kabilede veya mahallede kabadayı geçinir. Bunlar alaşağı edilmeden, halkın kendini bulması ve uzun vadeli çıkarlarını savunması mümkün değildir. Vatanı ucuz terk etmeyle, “bu oyuna nasıl geldim, nereye gidiyoruz, sonumuz ne olacak?” sorusuna cevap vermeden sağlıklı bir vatanseverlik gelişmez. Aldanmayalım!

Sağlıklı bir vatanseverlik gelişmiyor.

Avrupa’da, Türkiye’nin metropolllerinde sadece erinmez, kaybolunur, sonuçta oranın köleleri olunur. Hem kölelik yapıyor, hem de hizmetkarlık yapıyorlar. Asla özgür bireyler haline gelinemez. Bütünüyle tortu işler yapılıyor. Afrika’nın zencileri, üçyüz yıldır Amerika’da neyseler, Kürtler’in köleliği de Batı’da aynıdır. Bu statü yeni gelişiyor, ama çok kötü gelişiyor. Öyle kolay yenilir, yutulur şeyler değildir. Müsebbibi kimdir? İflas etmiş bir çifçi, işinden kovulmuş bir işçi, memur ve günlük yaşam tutkunlarıdır. “Giderim denizi görürüm, sokaklarda sürterim” yaşam edebiyatına kanan gençliktir. Adeta sarhoş olmuş veya afyonlanmıştır. Kendisiyle birlikte bir tarihi götürdüğünün, bir ülkeyi inkar ettiğinin farkında bile değildir. Kapana kıstırılmış ve oyuna getirilmiştir. Geriye “köyümüzün yarısı gitti, bölgemizin yarısı gitti” diyen yaşlılar kalıyor. Savaşarak mı gittiler? Hayır! Kendi kendilerine gittiler. Niçin? Daha iyi yaşam varmış, iş varmış!? Gelen haberlere göre durumları da iyi değildir, çocukları perişan oluyorlar. İkinci kuşak, üçüncü kuşak farklı yetişiyor. İşte, emperyalizmin istediği kadar kullanabileceği insan böyle ortaya çıkıyor.

Koşarak yanına gittiğiniz Avrupalıları, hatta Egelileri, Batı Anadolu insanını getirin Dersim’e, Güneydoğu’ya; valiler ve paşalar dışında bir tanesini bir hafta tutamazsınız. Peki biz niye oraya koşuyoruz, niye orada yaşıyoruz ve o kadar tutkunuz? Binlerce yıllık ata topraklarına bu kadar uzak düşmek ve bunu normal görmek kadar zillet tutkunluğu olmaz! Bu duruma gelmenin iyi olduğundan bahsedilebilir mi? Yeryüzünde bir Filistin vardır. İsrailoğulları iki bin beşyüz yıl önce Filistin’i terk etmişler, şimdi bu halk gelip Filistin’e kavuşmak için her şeyi yapıyorlar. Sovyetler gibi sosyalizmin o kadar geliştiği bir alandan “İki bin beş yüz yıl önce buradan çıkmışız” diyerek ayda on binlercesi buralara koşarak geliyor. Gelir-gelmez her biri önce toprağını öpüyor. O kızgın güneş altında “vatan” deyip mutlu oluyorlar veya mutluluk onlar için bu oluyor.

Biz ne yapıyoruz?

Dört bin yıl önce yerleştiğimiz vatan topraklarını, adeta kaçarcasına ve arkamıza bakmamacasına terk ediyoruz. Elimize bir pasaport veriyorlar, öteki taraftan da “gelin” diyorlar. Gidiyoruz ve oraya kapaklanıyoruz. Çok basit bir yaşam uğruna, bütün gelenek-görenekleri, toprak sevgisini, bizzat toprağımızı ve toplum sevgisini kaybediyoruz. Bazıları “çok şükür, aileyi ve çocukları kurtardık” diyor. İçine düştükleri durum budur. Bizimkiler “cennet” diye tabir edilen bir ülkeden, dünyanın öbür tarafına savrularak, “kurtardım” diyerek kendi kendilerini avutuyorlar. Diğer yandan da iki bin beş-yüz yıl sonra ve çok haksız bir temelde, gelip toprağa kapananlar var. “Vadedilen topraklara geri dönüyoruz” diyorlar.

Afrikalı bu kadar siyah ırktan insan, Amerika’ya köle olarak götürüldü, ama onlar zincire vurulup köle olarak gemilere doldurulup öyle götürüldü. Biz gönüllü olarak, polis oyunuyla uçaklara dolduruluyoruz. Frankfurt hava alanıdır, Macaristan’dır, Viyana kapılarıdır. Her yere bırakılıyoruz. Avrupa’nın da başına bela oluyoruz. Çünkü kapitalistlerin hizmetinde köle olarak kullanılacak ucuz işgücü deposunu körüklüyorlar. Bunu Türk polisi körüklüyor. Sonuç ortadadır. Orada gericiliğin gelişmesine yol açılıyor, burada da ülkenin boşalmasına yol açılıyor. Sonunda kaybeden insanlık oluyor, kendimiz oluyoruz, doğal özelliklerimiz oluyor. Aslında “benim kişisel gelişim, huyum-suyum” dedikleriniz, düşman tarafından direkt tarihsel temeli olan ve çok sistemli politik, ekonomik, sosyal politikalarla geliştirilen ve sizde zafer kazanmış bir yaşam tarzının kabulüdür. Kişilikte iflasın, kişilikte yenilgiyi kabul etmenin sonucudur. Bütün bu olgulara, Parti içinden başlayıp dalga dalga tüm toplumsal çevrelere karşı çıkmamız gerekir. 

Parti ve Parti Önderliği gelişmeden önce, halkımız için “yenilmiştir, oyuna getirilmiştir, aç bırakılmıştır, korkutulmuştur” denildi. Halkımız “elimizde değil” dedi. Ama şimdi Parti var ve Parti bu gidişata “dur” diyor. Partimiz, özellikle bu konuda ideolojik-politik olarak kendisini hazırladı. Örgüt olarak kendini geliştiriyor ve bunu savaşa kadar yansıtıyor. Bu savaş başarıya gidiyor, halk saflarında başarı kaydediyor. O halde, bu temeldeki gelişmeyi hızlandırmak ve doğal sonucuna götürmek görevimizdir. Halk yığınlarımız yurt dışındaysa; öncelikle ilgilerini ülkeye çevirmek, giderek fiziki varlıklarını tekrar ülkeye yöneltmek, vatanseverliği geliştirmek; “ülkem yoktur” fikri yerine, “ülkem vardır”; “halk gerçeğim yoktur” yerine, “halk gerçeğim vardır” düşüncesinin tohumlarını ekmeden tutalım bu ilgiyi, bu kavrayışı, bu kavramı benliğinin ayrılmaz bir parçası haline getirmedir. Mutlaka “bir vatanım olmalı, özgürlüğüm olmalı” düşüncesine götürme, istek olmaktan da çıkıp uygulama gücü haline getirme, bizzat örgütlenme gücü haline getirme, örgütlenmeyle birlikte eyleme de geçirme daha ileri bir adım olarak gerçekleştirilmelidir.

Her insanımız, yavaş yavaş “yurt dışından ülkeye kendimi taşımalıyım” konumuna gelebilmelidir. Önce birkaç gencimizi, eli iyi silah tutacak savaşçıyı, propagandacıyı, örgütçüyü, ardından da nasıl yetmişlik nineler-dedeler ülkeyi boşaltmak istiyorlarsa, onları geri döndürme gerçekleşmelidir. Nasıl otuz yıl önce bazı gençler çıktıysa, şimdi de yetişen gençlerden bazılarını biz ülkeye döndürürüz. Ardından yurt dışındaki tüm halk yığınlarımızın aslında büyük mutsuzluğuna yol açan bu uğursuz gidişatına, bu uğursuz mültecileşmesine son vermek amacıyla, “vatana dönüş hareketi”ni kapsamlı ve kurtuluşa bağlı temelde gerçekleştiririz. Parti’nin yurt dışı faaliyetinin görevi budur.

Kapsamlı bir özel savaş sonucu, emperyalizmle birlikte buralara taşırılan ve köleler haline getirilen bu insanlarımıza yönelmenin devrimci tarzı, yurtsever tarzı böyledir. Baştan beri biz bu tarzda yaklaştık. Yetersizdir, fazla örgütleyemedik. Görev; bunu daha fazla örgütlemek ve giderek eylem gücüne dönüştürmektir. Bu, artık tersine işleyen bir kuvvettir. Ülke içindeki vatanseverliği besleyen bir kuvvettir. Nasıl ki çıkış, vatansızlaştırmayı, halk gerçeğinden kopuşu ifade ediyorsa, düşman amacına dayalı olarak geliştiriliyorsa; şimdi de tam tersine, vatanlaşma ve özgürleşme hamlesinde, yurt dışını muazzam bir cephe gerisi haline getirme önem kazanıyor. Kısmen bu konuma getirilen yurt dışını daha fazla işlerliğe kavuşturmak, bu görevde tam başarıya gitmek, yapılması gereken temel görevlerimizden biridir. Ülke içinde halk yığınlarımız ü-zerinde ekonomik, kültürel, siyasal temelde özel savaş konusu olan duruma son vermek gerekir. Kendi ulusal ve sınıfsal konumunu görebilmek bunun başında gelir. Yine örgütlenmemeye, savaşmamaya, iliklerine kadar bireyciliği, düşkünlüğü ve sefaleti yaşamaya son vermek gerekir. Bunun yerine yurtsever düşünceye ulaşmış, halkın özgürlüğüne, yani temel çıkarlarını esas alan bir düşünce ve siyasi bakış açısına ulaşmış, bu temelde bir örgütlenmeye ve eyleme ulaşmak temel görevimizdir. Kişiliğin kendini yeniden yaratması sağlanmış ve böylelikle savaşan bir halk gerçeğine dönüşmüş yapıya ulaşmak, belirtilen özel savaşa karşı devrimci savaş görevimizin temelidir. Toplumsal saflarda, böylesine devrimci bir savaşı, özel savaşa karşı geliştiremezsek, halk savaşını geliştiremeyiz. Temelde özel savaş, özelde psikolojik boyutuna karşı güncel olarak geliştirilmesi gereken halk yığınlarının devrimci psikolojisine, kişilerin devrimci psikolojisine ulaşmayı bilmek gerekir.

Biraz daha da güncel duruma gelirsek, 12 Eylül faşizminin başta basın, televizyon olmak üzere, biraz da tekniği hizmete koşturmasıyla daha da içinden çıkılmaz bir durum yarattığı, Türkiye’de kapitalizmin biraz gelişmesiyle birlikte daha da boyutlandırdığı bu psikolojik savaşı iyi yakalamamız gerekiyor. 12 Eylül için kısaca söylenecek olan şudur; birkaç özel psikolojik savaş silahını iyi kullanıyor. Dini baştan itibaren toplumu uyutmada kullandı. Özellikle İran’daki devrimde, din, anti-emperyalist ve sağa karşı devrimci işlevini görünce, ABD ile birlikte “ılımlı İslam” adı altında, tutucu din silahına tekrar sarıldı. İran’daki işlevinin tersine, dinin, toplumsal muhalefetin bastırılmasında nasıl kullanılacağını geliştirmek istediler.

1980’lerin başından itibaren, Ortadoğu’nun gerici dinsel merkezlerinin yardımıyla, 12 Eylül faşizminin askeri-siyasi yönden başı olan Evren ve sistemin ekonomik yürütücüsü Özal’ın tarikatları desteklemeleri ve bizzat tarikatlaşmalara önderlik etmeleri söz konusudur.  Özellikle Kürdistan’da, MİT’in çok büyük bir çaba harcadığı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Kendilerine göre çocuklar üze-rinde uygulanacak on yıllık bir programı oluşturmuşlardır. Bu   programa göre “bu çocuklar on yaşındaysa, on yıl sonra militan olabilirler. Militan olmalarını önlemek için, ya Nakşi yapmak lazım, ya Süleymancı yapmak lazım, ya da Nurcu yapmak lazım” yaklaşımı esastır. Aslında hepsi de MİT teşkilatlarıdır. Hangi tarikat uygunsa, bunları bölgelere göre ayrıştırırlar. Örneğin; Şafiilik’ten Nakşicilik gelişirse o bölgeye bu tarikatı, Dersim’de Alevicilik gelişiyorsa ona göre uygun bir tarikatı, Adıyaman’da Kadiri tarikatı uygunsa ona göre Kadiri tarikatı geliştirmişlerdir. Her yörenin durumuna göre tarikatlar oluşmuş, hepsini de MİT elemanları yönlendiriyor.

Diğer yandan İstanbul’da, burjuva çocuklarına Adnan Hoca tarikatı oluşturuldu. Süper MİT ajanı! Mükemmel çalışıyor. “Devrimciliğe ilgi duyacaklarına, Adnan Hoca tarikatına güvensinler” deniyor. Bizzat birçok subay, Nakşiciliğin çok çeşitli kollarını örgütlüyorlar, Süleymancı tarikatının örgütlüyorlar, Nurculuk çok çeşitli kollar halinde örgütlendiriliyor. Tarikatlar sayılmayacak kadar çoktur, gözle görülenleri saymaya kalksak belki de kırk tane tarikat örgütlendirilmiştir Kürdistan’da. Her birisi elli bin çocuğu baştan çıkarırsa, Kürdistan’da çocuk kalmaz. Adeta aralarında parsellemişler. On yaşından itibaren kökenini unutturacaklar. Yeniçeri ocağı da Bektaşi tarikatındaydı. Şimdi de aynı o dönemdeki devşirmeler gibi, bu çocukların hepsini tarikat ocaklarında eğitmişler, baştan çı-karmışlar. Toprağına yabancı, halkına yabancı, sınıfına, ulusuna yabancı hale getirilmişlerdir. Ortaçağ’dan daha geri ve tutucu ocaklar! Bizim en değerli yoldaşlarımızın kardeşlerini bile bu temelde karşımıza çıkartmışlar. Muazzam kitle temelimiz olması gereken gençlik de baştan çıkarılıyor. Din silahı vasıtasıyla bunlar geliştiriliyor.

Dinsiz oldukları halde, dini bu kadar kullanıyorlar. 12 Eylül faşistleri, dinle hiçbir alakaları olmadığı halde, ama dini de iyi kullanarak bu tarikatları geliştiriyorlar. Bu yönüyle, bu silah, özellikle de Kürdistan’da mücadelemize karşı geliştirildi. Kuran-ı Kerim ayetlerini bildiriler haline getirdiler ve helikopterlerle dağıttılar. Dini vaaz yoluyla, müftü ve vaazcıları camilerde her gün konuşturdular; “bunlar teröristtirler, cenazelerinin namazı da kılınmaz” diyorlardı. Bütün bunlar, özel savaşın dinsel kılıflı olanı biçimleridir.

Diğer taraftan spor çok özenle geliştirildi.

Özellikle kitle çelişkilerinin, tepkilerinin sahte bir şekilde boşalması için, futbola muazzam yatırım yapıldı. En popüler futbolcular yurt dışından getirildi. Brezilya’dan tutalım Sovyetler’e kadar, nerede bir popüler futbolcu varsa getirildi. Güreş, halter dallarında yine öyle. Naim Süleymanoğlu meselesi, tam bir özel savaş olgusudur. Özal bizzat kendisi bu işle ilgileniyor. Judo’ya kadar bütün branşlar kullanılacağı kadar kullanıldı. Şimdiden stadyumlar neredeyse savaş alanına dönüştürülmüştür. Toplumsal çelişkilerin çözümlenmesi yerine; sporda futbol takımlarını tutma konusunda sahte bir çelişki yaratılarak, yüzbinlerin birbirlerine kin ve öfkeyle bağrışmaları, çatışmaları toplumsal muhalefeti çürütüyor. Bu silah da çok etkili olarak kullanıldı ve yüzbinleri toplumsal muhalefetin dışına çekti.

Bir de eğlence kültürü var.

Festivaller geliştiriliyor, özellikle arabesk yaygınlaştırılıyor. Çok iyi hatırlarım, Parti’nin kuruluşu etkisini az-çok etrafa yayma-ya başladığında, bugün Özal’ın eşinin bile yanına almaktan eksik etmediği İbrahim Tatlıses, bir no’lu türkücü diye topluma sunuldu. Diyarbakır’da Emrah diye bir soytarı ortaya çıkarıldı. MİT’in hazırladığı bir tip olarak sunuldu. Aslında bunları önceden hazırlıyorlar ve birincilik ödülleri verdiriliyor. Bunlar da sahte burjuva çığlıklarını konserlerinde konuşturuyorlar. Toplum ne kadar hayranmış, ne kadar seviliyorlarmış!… Bu tür propagandalarla, daha sonra bunları Kürdistan’a da yolluyorlar. “Hayran olmanız gereken büyük halk sanatkarları” diyorlar. Aslında bunlar, MİT’in toplumsal muhalefeti içinden boşaltmak için hazırladığı tiplerdir. Bunların söylediği türkülerde, en ufak bir halk direnişi veya sesi yoktur. Daha önce devrimci sanat etkinliği olan türküler oldukça bastırıldı. Onların yerine, bu sahte tipler geniş bir propaganda temelinde etrafa yayıldı. Yurt dışında bunlar ezilmiş, yoksul, daha çok da Kürdistan’daki gençler için, onları bu yönden baştan çıkarmak için dayatılıyor.

Özellikle festival yönetimiyle, Amerika’da, Batı kültürü ortamında ortaya çıkmış, emperyalizmin yoz kültürünü ifade etmekten öte bir işlevi olmayan rokçudur, cazcıdır bir çok uyduruk tip, çeşitli ekoller Türkiye’ye getiriliyorlar. İstanbul festivali, İzmir festivali, Ankara festivali gibi, her gün birkaç festival etrafında, yığınla burjuvazi hayranlığı geliştiriliyor. Burjuva gençlerini de bu temelde olası muhalefete yönelmekten alıkoyuyorlar. Stadyumlarda geceler düzenliyorlar ve bu konuda da özellikle televizyonu, burjuva gazetelerini kullanarak, çarşaf çarşaf magazin haberler yayınlıyorlar. Toplumun kafasını, adeta ideolojik bombardımana tabi tutuyor, yüreği ve kafasını felç ediyorlar. Buna sinemayı da ekleyebiliriz. Envayi çeşit her türlü filmi kullanarak, büyük bir video kaset piyasasını oluşturuyorlar. Günlük olarak televizyon hepsine yeterken, toplum bir de “sanat” adı altında, özel savaşın bombardımanına tabi tutuldu. Bu temelde dar psikolojiler, çığırından çıkan ve iliklerine kadar sahte istemler temelinde boşalan insanlar ortaya çıkıyor. Sonuçta bu insanların üzerinde istedikleri kadar baskı ve sömürüyü uygulasalar, bu insanlar seslerini bile çıkaramazlar. Özel savaş bu konuda tam başarıya ulaşmıştır.

12 Eylül, özel savaşı kişisel düzeye kadar başarıya ulaştırmıştır.

En geri bölgelerde, köy koruculuğu hakkında, “korucular mutlu, bir milyon da maaş alıyorlar, şimdi en çok beyaz eşya alan onlardır” diyor. Yarattığı psikolojik etkiye bakın! “Çoğu bilmem filan artiste de hayran olmaya başladılar”, “hepsi ikinci evliliğini geliştirmekle meşgul” diyorlar. Bizzat Kozakçıoğlu’nun kendisi bunları söylüyor. Dağdaki çobanı bile böylesine kendinden geçirdiğine göre, onun duygularını tahrik edebildiğine göre; İstanbul’daki yarım-aydını, her türlü yöntemle ne hale getirdiğini düşünün… Dinle uyuşturulanlar az mı sapıklaşıyorlar? Onlar da sapıklaştırılıyor. Çarşaf hareketlerini, lüks apartmanlarda dinsel partilerin kurulduğunu göz önüne getirelim. Sözüm ona bunlar da gizlidir. Aslında MİT ne kadar gizliyse, bunlar da o kadar gizli! Dinle sarhoş olana din, müzikle sarhoş olana müzik, sporla sarhoş olana spor, cinsellikle sarhoş olmak istiyorsa cinsellik! Herkesi hangi konuda, hangi yöntemle sarhoş olmak istiyorsa, onunla sarhoş et! İşte özel savaşın yaklaşımı budur.

ABD’ye bile taş çıkartırcasına, 12 Eylül faşizmi, Kürdistan’da bu yöntemi uygulamada başarılı olmuştur. Bu konuda dağdaki çobandan İstanbul’daki entele kadar, mükemmel bir organizasyon uygulandı ve sonuç aldı. 12 Eylül faşizmi döneminde, derinliğine ve genişliğine bütün bireyleri kuşatan ideolojik bombardımanla teslim alınan kitlelerin psikolojisi ve kitlelere kadar indirgenmiş tipin teslim alınışı bundan ibarettir.

O halde, buna karşı görevimiz nedir?

Her şeyden önce, bu gerçekleri tarihsel temelde yakalamalı, güncellik içinde bu uygulamaların adım adım nasıl zenginleştirilerek uygulandığını teorik ve kavramsal düzeyde görebilmelisiniz. Ardından özel savaşın etkilerini benimsemeyi, özümsemeyi değil; tasfiye etmeyi gündemleştirin! Dayattığı yaşam biçimini ve istemlerini reddedin! Bugün Türkiye ve Kürdistan’da PKK neden alternatiftir? Çünkü bu dayatılan yaşam biçimine karşı savaş ilan ettik.

Bize karşı yöneltilen eleştirilerden birisi de şudur; “bunlar yaşamasını bilmiyor” diyorlar. Doğru, biz özel savaşın dayattığı yaşamı bilmiyoruz ve reddediyoruz. Bu reddi yapmadan, bu savaşın yalnız ideolojik boyutundan bile başınızı kaldıramazsınız. Sizi özel savaşın psikolojik etkilerine karşı koruma altına almasaydık, değil sizin bir eylem örgütünde bir araya gelmeniz ayak takımı bile olmaktan çıkamazdınız. Eğer sizi halen kişiliğini bulmuş, kapsamlı ve çok yönlü olarak savaşa hakkını veren, bütün özel savaş yöntemlerini boşa çıkaran bir seviyeye ulaştıramamışsak, bunun nedeni; dayatılan özel savaşı, şahsınızda tam yenilgiye uğratamamış olmanızdır. Eğer halkımız bizi tamamen örgütlü olarak destekleyecek duruma gelmemişse, halk saflarımızdaki özel savaşın etkilerini dayattığı yaşam biçimini tasfiye edemeyişimizdendir. Görülüyor ki, bunlar çok önemli devrimci görevlerdir.

Uygulanan özel savaşın, çok açık bir biçimde baskı ve sömürüye alabildiğine açık bir kitle yapısını ve kişiyi teslim aldığı açıktır. Bu kırılmadan, sıradan bir demokratik halk savaşımı bile verilemez. Bırakalım devrimi, kurtuluş savaşını, ekonomik ve demokratik bir savaşım bile kazanılamaz. Nitekim Türkiye işçi sınıfı kazanamıyor, üniversiteler demokratik savaşımda bir adım ileri gidemiyorlar. Çünkü kendilerine dayatılan özel savaşı karşılarına almıyorlar. İlkel Afrika kabileleri kadar bile halk savaşımını veremiyorlar. Çünkü onların üzerinde özel savaş yürürlüktedir. Eski kişilik, eski psikoloji düşürülmüştür. Eski kişilik tasfiye edildiği oranda yeniden canlanıyorsunuz, güç ve kuvvet kazanıyorsunuz. Eskinin etkisi altında kaldığınızda bodurlaşıyorsunuz, cüceleşiyorsunuz ve problem kaynağı oluyorsunuz. Bu, özel savaşın size dayattığı yapıdır. Buna karşı, devrimci bir tarzda çıkamadığınız için öylesiniz.

Ben “anadan doğma böyleyiz, bunlar vazgeçilmez özelliklerimizdir” söylemlerine anlam vermem. Genelde insan, özelde bizim gibi her şeyin devrimle halledildiği bir ortamda birey boyutunda değişme hızlıdır. Hele hele devrimsel gelişme her şeyin çözümleyicisi ise, üslubundan ruhuna kadar “değişmeme” diye bir olgudan bahsetmek; geriliğin, bu anlamda da dayatılan özel savaşın savunulmasından başka bir anlam taşımaz. Özellikle faaliyetlere çok çeşitli alanlarda ve çeşitli görevlerle başlayanlar, Parti’nin militan tarzına ve özelliklerine kavuşamıyorlar. Burada “gücümüz yetmiyor” demek; objektif olarak özel savaşı savunmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir ve sorumsuzluktur. Israr edilirse, objektif ajanlıktır. Çünkü özel savaşın konuşturduğu bir kişiliği, bir oluşumu savunma anlamına gelir. Bu konularda çocuk olmayalım! Değiştiremiyorsan, seni zorla değiştirmek gerekir. Doğru-dürüst vatanınıza, halkınıza, kurtuluşunuza, özgürlüğünüze, Parti’ye doğru yaklaşmayın, kişi olarak kendinizi toparlamayın, örgütlemeyin, ondan sonra da “ben böyleyim” deyin; böylelerini yerle bir ederler. Böyle bir sorumsuzluk, kendini koyvermişlik ezilmeye mahkûmdur. Yaşam hakkı talep edemez! Düşürüleceğiniz kadar düşürülmüşsünüz, hiç olmazsa bunun savunmasını yapmayın! “Birisi gelsin, elimizden tutsun, bizi kaldırsın” deyin. Yoksa “yaşam budur, bunu yaşamak istiyorum” demek; içine girilecek en olumsuz durumdur.

Dolayısıyla baştan beri şu sloganımız anlaşılırdır; gideceğiniz her yerde doğruları önce sözle ifade edin, ardından silahınızı gösterin! Her yeri ayağa kaldırın. Yeterince açıklayıcı olacaksınız. Eğer hâlâ ayağa kalkmazsa, “senin bu yaşam dediğin şeyi başına yıkacağım” deyin. Aslında bu bir emirdir. Gerekleri tam olarak yerine getirilseydi, ayağa kaldıramayacağınız bir insan yoktu. Ben etkinliğimi buna borçluyum. Doğruyu gösteririm, ardından “devrim için ayağa kalkacaksın” derim ve daha çok da söz gücüyle bunu yaparım. Elimde silah da yok. Elinde silahı olanlar, bu konuda yüz kat daha fazla başarılı olabilirler. Ama bazıları bireye çıkarını doğru göstermediği veya silahını yerinde kullanamadığı için zarar vermiştir. Aslında PKK’deki gelişmenin esasında bireye çıkarlarını doğru gösterme vardır. Kişiye, halka temeldeki çıkarlarının nerede olduğunu gösterip ardından otoriteyi konuşturur. Bu iki şartın gereklerini yerine getirdikten sonra, ayağa kalkmayacak herhangi bir kitle, halk veya kişi düşünülemez. Israrla birisi “yokum” diyorsa, onu da önümüzde engel olmaktan çıkaracağız. Çünkü bu tipler eşittir; özel savaşın objektif temsilcisi! Gerekirse bu durumda olan kurum ve kişiliklere karşı, devrimci şiddet görevini de yerine getirebiliriz.

Daha 1978’lerde, “tespitimize uygun görevler yerine getirilirse, toplum olduğu gibi devrime kazanılabilir” diyorduk. Özellikle 12 Eylül faşizminin iliklerine kadar çözdüğü ve bireyde tam teslimiyete yol açan özel savaş ve onun psikolojik boyutuna karşı; bizim de sloganımız, toplumsal çıkar ve bireyin direnişi temeldedir. “Ya yürüyeceksin, ya da yaşamdan hiçbir beklentin olamaz!” Bunu militanca yapın! Teknik hazırlıklarını da ihmal etmeyin! Teknik düzenlemeyi gerektiği gibi yaptığınızda, yani anlatım, biraz da otorite gücünü oluşturduğunuzda, onun gereklerine göre örgütlenmesi, uygulaması ve üslubunu da ortaya çıkardıktan sonra, tek bir yerde başarısızlığa uğrayamazsınız. Aile, köy, şehir, mahalle bir bütün olarak nereye bu emirle girerseniz girin, orayı kısa bir çalışmayla kazanabilirsiniz.

12 Eylül faşizmine karşı, PKK’nin sınırlı olarak yaptığı bu temelde güç sağlama çabaları eğer tam bir uygulama ustalığına kavuşturulursa, bu özel savaşı boşa çıkarabiliriz. Kürdistan’da kısmen boşa çıkarmışız, ama tam değil. Onun yarattığı teslimiyetçi psikolojiyi kısmen aştık. Bazı yerlerde çok aştık, bazı yerlerde halen etkilidir. Sınırlı düzeyde bir PKK uygulaması buna yol açıyor. Tam örgütlü, önderlikli bir uygulamayı derinliğine ve genişliğine bütün halk yığınlarımıza uygularsak, çok kısa bir süre içinde devrimci savaş, öncelikle kitlelerin psikolojisinde korkuyu, teslimiyeti yerle bir eder ve teslim olmuş kişiyi direnme noktası haline getirir. Cizre ve Nusaybin’de olduğu gibi, korku duvarlarını aştırır, damla damla yayılır. Biraz daha örgütlülük, biraz daha önderlik dayatması, halkımızın, sömürgeciliği ilkelerine kadar korkutan bir güce dönüşmesine yol açar. Bu temelde yenmeye çalışan birey, sınırsız bir düşürülmüşlüğün vermiş olduğu öfke ve kinle, düzen güçlerine saldırıp dayatılan özel savaş psikolojisine karşı savaşır. Böylelikle teslim alınan bireyin yerine, her türlü kahramanlığa kalkışmış bireyin oluşumu ortaya çıkar. Buna ulaşmış bir devrimci, savaş ve devrimde zafer demektir.

Şimdiye kadar sınırlı olarak geliştirdiğimiz tarih çözümlemeleri, yine Türk özel savaş sistemine karşı geliştirdiğimiz çözümlemeler; daha kapsamlı bir biçimde mevcut gelişmeleri izah ediyor. İçine düşürülen durumun, kendiliğinden oluşmadığını, çok sistemli gerici bir tarih ve emperyalizmin beyin yıkama yöntemleriyle iç içe, Türkiye somutuna ve Kürdistan gençliğine dayatılmasıyla oluştuğunu biliyorsunuz. Anlaşılır nedenleri vardır ve bir kader de değildir. “Kaderdir” diyenler, dayatılan özel savaşı iliklerine kadar yaşayanlar ve özel savaşa teslim olanlardır. Türkiye’de baskı ve sömürünün sınırsız gelişimine neden cevap verilemiyor? Bu anlayışın çok köklü olmasındandır.

Özel savaşın tarihsel ve güncel temellerini ortaya koyduğumuz gibi, böylesi bir savaşı dayatanların da, bu savaşı çıkarlarına dayalı geliştirdiğini belirttik. Ama en önemlisi de bu gerçeğin değiştirilebileceğini; bu temelde örgütlenmesine, eylemine önderlik edilirse, dünyada eşine ender rastlanılan kölelik ve düşürülmüşlük statüsünün parçalanabileceğini net bir şekilde ortaya koyduk. Bunu ısrarla ve en zor koşullarda geliştirdik. 12 Eylül faşizminin kendini en başarılı hissettiği bir dönemde bile bunu koruduk. Çok kapsamlı olmasa bile, bunun bilincine ulaşmaya çalıştık. Bununla yetinilmediği gibi, eylemine de cesaret edildi. Günümüze doğru geldiğimizde ise, özel savaşın, hem de hiç akla gelmeyecek alanlarda paramparça edilebileceğini gösterdik. Eşi görülmemiş bireysel kahramanlıklardan tutalım her türlü örgütlülüğünün geliştirilebileceğini kanıtladık. Eğer özel savaşın psikolojik boyutuna karşı, ısrarla dev-rimci savaşın psikolojik boyutu başarıyla yürütülürse, tarih önünde haklı olanın gelişmesini de kaçınılmaz olarak belirleyebiliriz. Bunun da önderlik ettiğimiz savaş cephesinde kazanılacağı açıktır.

Sınırlı bir kavrayış ve uygulama bile, PKK’yi TC karşısında alternatif yapmıştır. Daha kapsamlı, daha usta kavrama ve uygulama, şüphesiz sadece alternatif kılmakla kalmaz, zafere gidişi de belirler. O halde, önümüzdeki dönemin en temel görevleri; genelde özel savaşı bütün boyutlarıyla kavramak ve ona göre bir devrimci savaşı yürütmektir. Günümüzde en çok üzerinde durduğumuz kırsal alanda gerilla savaşı, kentsel alanda halk gösterilerini geliştirmektir. Şehirlere dayatılan pasifikasyona karşı şehir ayaklanmaları; kırsal alana dayatılan ve kapsamlı yürütülmeye çalışılan özel savaş birliklerine karşı da devrimci savaş birliklerinin, gerilla birliklerinin nitelikçe ve nicelikçe geliştirilmesi gerekir. Bu konuda belirlenen görevlere büyük fedakarlıkla ulaşılması gerektiğinin bilincinde olmak kadar, daha da yetkinleştirilmesinin mutlaka yerine getirilmesi gereken bir görev olduğu bilinerek önderlik edilmesi önem taşıyor. Bu temelde halkımızın savaş psikolojisi içine çekilmesi, yani korku duvarını her alana paramparça etmesi ve halk cephesi silahının iyi konuşturulması, halk komiteleri ve halk ayaklanmaları silahının iyi konuşturulması kaçınılmazdır.

Belirleyici, koruyucu ve geliştirici bir güç olarak gerillanın bir türlü gelişmeyişinin nedeni; sadece dıştan jandarmayla, korucuyla, özel kuvvetleriyle dayatılan özel savaş değil; bunun kadar içteki uzantılarıdır da. Objektif olarak savaşamayan, militanlığa ve savaşçılığa tam gelmeyen yapıları aşarak, devrimci savaşa militan ve savaşçı düzeyinde tam cevap olacak bir yenilenmeyi, yetkinleşmeyi sağlamak gerekir. Bunu bütün ülke sathında yaygınlaştırmak, halk örgütü ve ayaklanmalarla birleştirmek gerekir. Eğer bu temelde görevler başarılırsa, özel savaşa karşı, devrimci savaşın zaferi kesindir; yenilgiye ve teslimiyete uğratılmış bireyin, direnişe geçmesi ve bu direnişte zafere yürümesi kesindir.

Israr edilirse, objektif olarak özel savaşın bir aleti olmaktan kurtulamaz. Eski-yeni herkesin, nerede olursa olsun, sınırlı da olsa kendini böyle bir alet durumuna getirmemesi için, bütün gücünü ortaya koyması gerektiği açıktır. Bu temelde Parti’ye dürüstçe bağlı olanların, Parti silahını bu temelde kavrayıp yalnız askeri değil, ideolojik, siyasal, örgütsel ve en önemlisi de bütünüyle Parti yaşamını bir silah olarak değerlendirip ısrarla uygulamasını bilmesi, özel savaşa karşı girilmesi gereken en sağlam duruştur, savaş tarzıdır, vuruş tarzıdır! Dolayısıyla militan, Parti’nin öncülüğünü gerillada kurumlaştırırken, halk ayaklanmalarını örgütlerken, kendini bu temelde yenilemeyi bilecektir. Böyle bir militan, öncüye yaraşmayan kural dışı yaşam koşulları kabul edemez ve bunun yansıtıcısı olamaz. Sıradan bir Parti çizgisine bağlılık bile, bu işlerde önderlik düzeyinde olmasa da, sıradan savaşçılıkta yol aldırmaya yeterlidir. Her militan, birimleri pasifize etmenin bir suç olduğunu bilmeli, bunun ısrarı halinde, her türlü yargılamayı hak ettiğini göz önüne getirmelidir. Gafilse, derhal gafletten sıyrılmalı; bilinçli değilse, hızla bilincini toplamalıdır. Bir militanın silahının ne olduğunu iyi bilerek, bir militanın nasıl birlik kuracağını, nasıl eğiteceğini, nasıl yöneteceğini, nasıl savaştıracağı bilerek hareket etmelidir. Bu anlamda “varım” diyebiliyorsa, biriminin başında, görevinin başında olması; eğer buna güç getiremiyorsa, sıradan bir taraftar olmayı bilmesi gerekiyor. En kötüsü “ne yaparım, ne de yaptırırım” pozisyonudur. Bir militan, asla bunda hakkı olmadığını bilerek hareket etmelidir. Aksi halde, bu objektif anlamda kaşıt savaş yürütmek anlamına geliyor ki, bu da özel savaşın bir yansıma etkisidir. Bunlar karşısında direnilmeli ve bu işlerin düzenlenmesi tam yapılmalıdır.

Halk saflarında, halk ayaklanmalarının gerçekleşmesini temel görev olarak önüne koymuş, sağlam kitle bağları ve halkın kaldırabileceği eylem biçimlerini daha şimdiden adım adım gerçekleştirebilmiş, bu konuda olası bütün gelişmelere kendini hazırlamış Parti çekirdeklerinin; özellikle kent alanlarında örgütlenmeyi gerçekleştirebilmesi gerekmektedir. Yurt dışının, bu temelde bütünüyle ülkedeki mücadeleye göre seferber edilmesi, ona göre bir dış ilişki kurulması önemlidir. Dış kararların bizden gelmesi, PKK’yi sadece Kürdistan’daki devrimci kurtuluş savaşında değil, Türkiye’nin demokratik kurtuluşunda temel güç haline getirecek, yine Ortadoğu’da halk hareketlerinin gelişmesinde de önemli bir rol sahibi kılabilecektir. Bu temelde hazırlanmış Parti öncülüğüne ve bu öncülüğün bütün savaşım alanlarına katılım sağlayın! Hepinizin yüce arzusu olan, kendi kurtuluşunuzun da ayrılmaz bir gereği olan halk kurtuluş hareketinde yerinizi almayı bilin! Tarihin bu döneminde sadece Partimiz’in önderlik ettiği Ulusal Kurtuluş Savaşımı, imha etmekle yetinmeyecek, ardı sıra toplumsal köleliği bir daha aşılmaz boyutlarda gerçekleştirmek isteyen, hem tarihte, hem de günümüzde eşine ender rastlanan bir düşmana karşı, sadece Parti’nin varlığına, önderlik ettiği ulusal kurtuluşu geliştirmekle kalmayacak; temelde ulusal varlığın ve hatta insani özelliklerin ancak bu yolla, PKK silahıyla savaşmakla kazanılacağını da gösterecektir.

Bu savaşı yüklenmek, bu savaşta savaşçı olmak ve böylesine bir savaşta düşmana karşı acımasız olduğu kadar, halk için de büyük çoşku ve ilham kaynağı olabilmek, Parti kadroları ve savaşçıları içinde usta bir taktik önderliğe ulaşmak ve yürekten savaşmak bize tek yaraşır olanıdır. Bizi başarıya götürecek olan tek tutum budur. Öyle inanıyorum ki, şimdiye kadar bütün gelişmeleri borçlu olduğumuz bu tutuma, bundan sonra daha fazla sarılacak ve görevlerinizi mutlaka başarıyla yerine getireceksiniz.

Leave a comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *