Kürt Meselesinin Siyasi-Askeri Boyutu ve Özel Savaş Doktrini

By on 14 January 2022 0 379 Views

Danimarkalı Filozof Soran Kierkegaard, “İnsan iki şekilde kendini yanıltabilir; ilki olmayan bir şeye inanarak, ikincisi olanı görmeyerek.” der. Türkiye Cumhuriyeti’nin 97 yıllık büyük Kürt yanılgısının malul ettiği, kör ettiği devlet aklı, ilk olarak Kürtlerin olmadığına inanarak ve herkesi buna inandırmaya çalışarak; ikincisi de Kürtlerin bir halk, bir ulus olduğunu görmeyerek Mezopotamya’nın en kadim topluluklarından birine haşere sürüsü muamelesi yapmayı müstemleke bir memleket yaratmanın şanından sayıyor. Esasen Kürt meselesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce vardır. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte kurucu asli unsur olan Türk kimliğinin ideolojik bir hat üzerinden tekçi bir paradigma olarak kurgulanması, sorunu bariz bir şekilde ortaya çıkarmış ve bir asırlık tarihi geride bırakarak üçüncü bin yıla taşırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti nezdinde Kürtlerin bir ulus olarak varlığı ‘güvenlik’ sorunu olarak kodlanmış ve yukarıdan aşağıya doğru yapılandırılan devletin kurucu algoritması içerisinde tahakküm altına alınması düşünülmüştür. Geçen yüzyıllık süre zarfında 29 kez isyan eden Kürt ulusunun 28 isyanı tenkil ve tediple bastırılmış, 29. isyan “düşük yoğunluklu savaş” haliyle hâlihazırda sürmektedir. 29. isyan olarak nitelenen isyanın başlangıç tarihi 1984 yılıdır. Kürdistan İşçi Partisi (PKK), Kürt Meselesini kimlik üzerinden değil, teritoryal bir bağlam üzerinden okumuştur. ‘Sömürge Kürdistan’ tezi, 29. isyanın kalkış noktasıdır. Nitekim kurtuluş tahayyülü, ‘sömürgesizleştirme’ bağlamı içinde yeniden ve yeniden üretilmiştir. Üç aşamalı halk savaşıyla genel bir devrime ulaşarak, Kürdistan’ı özgürleştirmek temel hedef olarak belirlenmiştir. Otuz yedinci yılını dolduran bu savaş, kendi içinde evrilen, değişen ve dönüşen yapısıyla ‘öz savunma’ anlayışı üzerinden kendini yeniden inşa etmektedir. Geçen süre içerisinde Türk devletinin birincil sorunu 21 olan Kürt meselesi, Rojava deneyimiyle birlikte uluslararası bir hüviyet kazanmış durumdadır. Kürt meselesi görmezden gelinemeyecek kadar yakıcı bir hale evrilmesine rağmen, Kürtlerin politik bir aktör olarak uluslararası güç matrisleri içerisinde farklı etnik kimliğe, dile ve kültüre sahip bir topluluk olarak katılımlarının ve temsilinin önündeki açık engellerin hiçbiri henüz ortadan kalkmamıştır. Türkiye’nin yüz yıllık tarihi hangi vechesiyle ele alınırsa alınsın, güvenlik politikaları her zaman demokratik siyasete galebe çalmış ve güvenlik olgusu yurttaşlar için değil, müesses nizamın inşası için bir harç malzemesi olarak kullanılagelmiştir.

12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi, ülkenin üzerinden buldozer gibi geçerken planlandığı şekliyle bütün toplumu depolitize etmiş, baskı ve şiddet politikalarının bizatihi devlet eliyle uygulanmasına imkan sağlamıştır. 6 Kasım 1983’e kadar süren cunta rejimi, Türkiye’de köklü bir değişimi ve yeniden yapılandırmayı hayata geçirecek yeni bir dönemin de başlangıcı olmuştur. 1978 yılında ilan edilen PKK’nin lider ve öncü kadrolarının bertaraf edilmesi ve böylelikle Kürdistan devriminin de önünün alınacak olması yaklaşımı içerisinde hareket eden darbeciler, Türkiye devrimci solunu tasfiye etmeyi başarsalar da aynı başarıyı Kürdistan devrimcileri için gösterememişlerdir. 1980’li yıllardaki ANAP iktidarının sivilleşmeye yönelik siyasal retoriğine rağmen, pratikte 12 Eylül’ün inşa ettiği bu devlet formunu aynen korumuştur. 1990’larda ise, 12 Eylül’le kurulan Neoliberal Milli Güvenlik Devleti’nin kendisini daha da tahkim ederek yeniden üretebilmesinde üç faktör belirleyici olmuştur: Neoliberalizmin siyasal hegemonya krizi, siyasal İslamcılığın yükselişi, Kürt sorunu ve iç savaş stratejisi. İlk ikisine nazaran Kürt sorunu ve iç savaş stratejisi devletin bütün kurum ve kuruluşlarınca üzerinde mutabakat sağlanan konu olmuştur. Kürtlerle mücadelenin her türlüsünün mubah sayıldığı çok kritik bir eşik olan doksanlı yıllar bu mutabakatın habercisi olacaktı. Peki sözü edilen 90’lı yıllar nedir ve bugüne bağlanmamızda ne gibi bir etkisi vardır? Türk devletinin Kürdistan özelinde yürüttüğü politikalar, modern savaş stratejileri bağlamında nasıl ele alınabilir? ‘93 Konsepti’ olarak hafızalarımızda yer eden sürecin yıkıcı etkileriyle hesaplaşmadan Kürt meselesinde gelinen yer neresidir?

Neoliberal kapitalizmin yönetilememe sorunu anlamına gelen siyasal hegemonya krizinin yarattığı boşluk, iç savaş koşullarıyla da elini sürekli güçlendiren Türk ordusu tarafından dolduruldu. Bu bağlamda, Charles Tilly’nin ‘Savaş yapmak, devleti yapmaktır.’ ifadesi, Türk devletinin Kürt meselesi karşısındaki sürekliliğin en kristalize hali olarak görülebilir. Zira; Kürt sorununun militarizasyonu ve sürekli iç savaş hali, ordunun siyasal alan üzerindeki vesayetini güçlendirdi. Güvenlik mefhumu içerisinde devlet yeniden üretildi. Özellikle, 1992- 1993 yıllarında Kürt sorununun militarizasyonunda bir eşik aşıldı. Formel-enformel ve legal-illegal bağlantılarıyla paramiliter bir savaş makinesi inşa edildi. Devletlerin resmi güvenlik güçlerinin dışında oluşturulmuş devlet yanlısı silahlı grupları tasvir etmek için kullanılan paramiliter terimi hükümet yanlısı milisler, kontrgerilla, ölüm timleri vb. şiddet gruplarını kapsamaktadır.

Yani nitelik olarak, ölüm timlerinden devleti korumayı kendine misyon edinmiş kalabalık güruhlara, organize suç örgütlerinden aşırı-milliyetçi yapılanmalara kadar farklı kategorideki birçok silahlı grup, paramiliter başlığı altında ele alınabilir. Bu bağlamda Dr. Ayhan Işık’ın Türk devletinin paramiliter yapılanması konusunda tespitleri oldukça açıklayıcıdır: ‘‘Söz konusu yapılanmaların resmi silahlı birliklerden ayrıldıkları noktalar uzmanlar tarafından şöyle izah edilir: Birincisi yarı resmi veya gayri resmi devlet yanlısı silahlı gruplar olmaları onları ayrıcalıklı kılan bir durum. İkincisi, güvenlik bürokrasisinin hiyerarşik yapılanmasına oranla daha esnek ve farklı bir organizasyonel yapıya sahiptir. Bu yapı, onların dışa çıkma çeperlerini oldukça genişleten bir muhtevaya sahiptir. Üçüncüsü, eylemlerinden ötürü devlet kurumları tarafından reddedilebilir esnek bir ilişki ağına sahiptir. Dördüncüsü , askeri ve/ veya siyasi stratejilerin parçasıdırlar. Beşincisi ortak ve genel özellik olarak iç-savaş benzeri çatışmalarda kullanılırlar. Altıncısı gerçekleştirdikleri eylemlerden dolayı kişisel ekonomik çıkar sağlamaları da örgütlenmelerin görünmeyen ve psikolojik harp unsurlarıyla perdelenen rant faktörüdür.’’

Türk devletinin paramiliterizm siyaseti Osmanlı’dan günümüze kadar çeşitli kırılmalar ile birlikte bir süreklilik içinde ele alınabilir. Lakin; PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahlı mücadele sürecini başlattığı 1984 yılı, Türk devletinin paramilitarizm siyaseti açısından oldukça hassas bir dönüm noktasına işaret eder. Bu tarihten itibaren Türk devleti kademeli olarak dördüncü nesil savaş stratejilerine odaklanmaya başlayacaktır. Oluşturulan gizli ya da açık Kuzey Kürdistan merkezli tüm sivil ve askeri yapılanmalar, yine Kürt toplumunu çözmek adına geliştirilen tüm sosyo[1]politik uygulamalar ve yeniden dizayn edilen hukuk sistemleri, mezar-zindan-sürgün arasına sıkıştırılan yaşamların sıradanlaştırılması, Türk devletinin savaş stratejisinin en belirgin işaretleri olarak okunabilir. 1985 yılında Köy Koruculuğu sistemi, 1982 yılında kurulan ve hem 1986 yılında, hem de 1993 yılında yeniden yapılandırılan Özel Tim yapılanması, 1987 yılında kurulan JİTEM ve asıl kuruluş tarihi 1980’lerin başı olan Hizbullah örgütlenmesi PKK ile mücadelenin aygıtları olarak inşa edildiler. Kürdistan’daki paramiliter yapılanma, 1985-91 yılları arası ağırlıklı olarak istihbarat toplama faaliyetleri içerisindeyken ‘Düşük Yoğunluklu Savaşın denge aşamasına gelmesi sonucu söz konusu yapılar, 1991- 1996 yılları arasında ölüm mangalarına evrildiler. 11 Ayhan Işık. Devletin ve Toplumun Paramiliterleşmesi. Bianet. 2020 1990-1994 yılları arasında genelkurmay başkanlığı görevinde bulunan Orgeneral Doğan Güreş İngilizce aslı “Low-instensity Conflict”den çevirip ilk kez süregelen çatışmaların adını koyacaktı: ‘Düşük Yoğunluk Çatışma.’ DYÇ konsepti, nizami olmayan savaşları imlemesi açısından oldukça önemlidir. Uluslararası literatürde; çete savaşları, küçük savaşlar, gerilla savaşları, ayaklanmalar, ayaklanmaları bastıran kontrgerilla savaşları, bölgesel savaşlar, ihtilalci savaşlar, ulusal kurtuluş mücadeleleri, uzun erimli halk savaşları DYÇ konsepti içerisinde tanımlanmaktadır.

DYÇ, savaşın kontrol edilebilir ve kabul edilebilir bir seviyede tutularak ortaya çıkan siyasal belirsizlik ve yönetememe krizinin dengelenmesi, aynı zamanda siyasal erkenin devamını sağlamaya dönük bir düzeni de ifade eder. Agamben bu durumu şöyle izah eder. “Modern totalitarizm, istisna hali aracılığıyla yalnızca siyasi hasımlarını değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin de bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak tanımlanabilir.12 Artık temel bağlam, gerilla hareketi ile destekçileri arasındaki bağın koparılmasını içeren ‘su-balık’ metaforuyla simgeleşen diyalektik üzerinden tasarlanmıştır. Böylelikle Türk devletinin Kürdistan’daki varlığı, psikolojik harp teknikleriyle toplumsal yapıyı bozarak Kürtlerin iradesini teslim almak için asimetrik bir uzamda işleyen savaş makinesine dönüşmüştür. Bu makinenin temel yönelimi ve çizdiği satıh ‘silahlı muhalif grup/gerilla hareketleri’ yerine onu destekleyen sivillerin hedeflenmesini içerir. Düzenli savaştan farklı olarak, sahada çarpışan askerler olmaksızın bugünkü biçimiyle esas olarak kitle iletişim araçları vasıtasıyla yürütülen gayrı nizami harbin biçimlerinden olan psikolojik harp teknikleri devreye alınır. Psikolojik harbin odak noktası ise hedeflenen kitlelerin zihinlerini ele geçirmektir. Bunun için en etkili araç olan medya organları savaşın kumanda karargâhı içerisinde yerini alır. Diğer sivil toplum kuruluşları, iş çevreleri, dernekler, sendikalar önce ele geçirilir, sonra algı operasyonlarıyla topluma karşı yürütülen savaşın parçası haline getirilirler.

1987-2002 yılları arasında Kuzey Kürdistan illerini kapsayan sınırsız bir kapsam ve yetki genişliğiyle donatılan ‘Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği’ mekânsal anlamda bir istisna hâlinin hâkim olması demekti. Mekânsal temeldeki istisna hali ‘öldürme bölgesi’ anlamına gelmektedir. Bu bölgede yaşayan insanlar, her türlü insan hakkından mahrumdur. OHAL, dışlayıcı bir devlet mekanizmasının bütün kurum ve kuruluşlarıyla, öldürme yetkisi de dâhil olmak üzere, bütün yetkilerin ‘özel savaş’ konseptine dayalı olarak gerçekleştirildiği ve hukukun kendini askıya aldığı bir düzeni ifade eder. Burada esas yetki ‘Özel Harp Dairesi’ ve uhdesindeki paramiliter güçlerdedir. Olağanüstü Hal Uygulaması kapsamında köylerin boşaltılması ve tahribi, mülklerin ve çevrenin yakılması, insanların ve malların hareketine sınırlama getirilmesi, faili meçhul cinayetler, asit kuyuları, gözaltındaki tecavüz ve işkenceler, yargısız infazlar ve bitip tükenmeyen psikolojik baskının orada yaşayan bütün insanların hayatın her alanına nüfuz ettiği ‘zincirleme travmalar’ dönemi olarak da tanımlanabilir.

Toplumu kırıma uğratan tüm ağır insan hakları ihlalleri hayatın olağan bir parçası haline geldi. Bu güvenlik siyasetinin temel belirleyicisi ordu iken, Devlet Güvenlik Mahkemeleri ve Anayasa Mahkemesi gibi yüksek yargı organları, yeniden yapılandırılmaya başlanan dönemin polis teşkilatı da Neoliberal Milli Güvenlik Devleti’nin diğer kritik aygıtlarıydı. Terörle Mücadele Yasası kapsamında devlet eliyle gerçekleştirilen yaşam hakkı ihlalleri iddiaları genel olarak soruşturulmadı, açılan davalar çok uzun sürdü, karar verilen davalarda ise görevli sanıklar güçlü delillere rağmen aklandı. Cezasızlık, dokunulmazlık kural haline geldi. Ayrıca 1992-94 yılları arasında yapılan MGK toplantılarında da gündemin birinci maddesini PKK ve onun destekleyicisi olduğu iddia edilen Kürt iş insanları oluşturuyordu. Kamuoyuna Kürt işadamlarının çok zengin oldukları hatta Türkiye’nin en zengin yüz iş insanının yarısının Kürt olduğu pompalanıyordu. Kürt iş insanlarının her ay milyarlarca lira bağış toplayarak bunu PKK’ye gönderdiğine dair iddialar, iş insanlarının infazlarının alt yapısını oluşturmaya dönük psikolojik savaşın bariz bir taktiği olarak işlev görüyordu. 24 Temmuz 2015 tarihinden itibaren Özgürlük Hareketine karşı Türk devletinin yürütmüş olduğu savaş tarzı ise, yine dördüncü nesil savaş stratejilerden biri olan ‘şok ve dehşet’ doktrini uygulamasıdır ve ‘çöktürme planı’ çerçevesinde bu uygulamanın toplumsal ve siyasal yıkımları içerecek geniş bir kapsam içinde ele alınmaktadır. Bu savaş doktrini çerçevesinde devletin bütün baskı, zor ve ideolojik aygıtları harekete geçirilmiştir. Türk devletinin Kürdistan’da yürütmekte olduğu güncel savaş stratejisi, DYÇ’den beslenmekle birlikte ağırlıklı olarak gazeteci ve yazar Naomi Klein tarafından kaleme alınan ‘Şok Doktrini/Felaket Kapitalizmin Yükselişi’ adlı kitapta açıkladığı şekli ile, bir ‘şok doktrini’ üzerinden ilerlemektedir: “Normal koşullar altında insanların kabul etmeyeceği siyasal yapı-ekonomik sistem şok doktrinle kabul edilebilir hale getiriliyor.

Doğal felaketler, ekonomik krizler, darbeler, savaşlar, işgaller, 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısı benzeri büyük terör eylemleri, Korona gibi önlenemez virüs salgınları, insanlık için birer trajedidir belki. Ama neoliberal açıdan bulunmaz fırsat kapılarıdır. Şok ve Dehşet, genelde tehditle işleyen toplumun belirli unsurları/kesimlerine, genelde insanlara ya da yönetim kademelerine anlaşılmaz gelen korkular, tehlikeler ve yıkıma yol açan olgulardır. İçinde yaşadığımız ve fırtınalar, kasırgalar, depremler, sel baskınları, kontrol altına alınamayan yangınlar, açlık ve hastalıkla şekillenen doğa, şok ve dehşet doğurabilmektedir.” 13 Çatışmasızlık sürecinin sona ermesinden bugüne Türk devletinin Kuzey Kürdistan ve Türkiye alanlarındaki pratiği dikkatli bir şekilde incelendiğinde; 177 insanı diri diri yakmaktan kendi elleri ile darbe yapmaya, olağanüstü hal ve pandemi koşulları altında toplumu yönetmekten kapsamlı sistem değişikliğine kadar, birçok uygulamanın bir şok ölçeğinde ele alınmakta olduğu görülecektir. Mevcut savaş stratejisinin zamana yayılan bir mantık üzerinden kurgulandığı ve temel amaçlarının ise Kürt halkının mücadele etme azmini kırmak, PKK’nin gelişmeler üzerindeki kontrolünü kaybettirmek ve devlete karşı stratejik düzeyde bir karşı hamle olasılığını imkânsızlaştırmaktır.

Öte yandan, Ortadoğu’da IŞİD sonrası süreçte savaşın doğasında küresel düzeyde bir değişim yaşandı. Robot ve bilgisayar teknolojisinde yaşanan muazzam gelişmeler, savaş teknolojisini de ciddi oranda etkiledi ve savaş konseptlerini farklılaştırdı. Duyuları artırıp zenginleştiren araçlar da insan unsurunun savaştaki rolünü ziyadesiyle değiştirdi. Çıplak insan varlığı bazı direnişler gösterebilir ancak artan teknik kapasite karşısında etki gücü oldukça sınırlı kalmaktadır. Coğrafyayı ve doğayı yaratıcı kullanma ve halk içinde derinlik kazanmayı amaçlayan ‘uzun süreli halk savaşı’ gibi seçenekler, konvansiyonel ordular karşısında kazanmayı sağlayabiliyordu. Ancak sözü edilen teknolojik gelişmeler şehirleşmenin seyri ve değişen üretim/tüketim alışkanlıkları ile birlikte ele alındığında direniş hareketleri açısından da savaşın kavranışına dönük yenilikçi değişimlerin olması kaçınılmazdır. Örneğin teknolojinin sunmuş olduğu fırsatlarla devletler için üretilen savunma sanayi araçlarının yeni gözetleme kapasitesi, direniş hareketlerinin kırsal hareket kabiliyetini oldukça sınırlandırsa da buna karşı etkili tekniklerle önlemler oluşturulabilir. Ayrıca Türk devleti özelinde sıklıkla reklamı yapılan ve aktif savunma ya da önleyici savaş bağlamında üretilmiş ‘insansız hava araçları’ (İHA) ve ‘silahlı insansız hava araçları’ (SİHA) yeni nesil savaşın seyrini belirlemektedir. Buna karşı da aynı oranda önleyici tedbirlerle direniş hareketi büyütülebilmektedir.

Türk devletinin yeni güvenlik ve savunma doktrini, Kürt meselesini giderek Ortadoğu bağlamında kavramakla birlikte, olası müzakerelerde güçlü olmanın yegâne şartını sahada kuvvet kullanmaktan geçtiğine odaklamaktadır. PKK’ye karşı savaşını Kuzeyden Güney ve Batı Kürdistan parçalarına kaydırarak, insanî ve finansal maliyeti yüksek olan askeri hamlenin altından kalkmayı hedeflemektedir. Lakin; Türk devletinin giderek daha geniş sahada PKK’ye karşı savaş vermesi, 1984 yılından beri ilk defa devletin bu savaş bağlamında asıl arzusunun bir örgütü yenilgiye uğratmakla sınırlı olmadığını ortaya çıkarmıştır. Türk devleti, değişen dünya dengeleri ve yeni jeopolitik unsurlara dayanarak, Kürt toplumunun tamamını demografik ve fiziki soykırım dahil hedef almış durumdadır. 4.nesil savaş stratejisini bütün teknik ve imkanlarını bu amaç temelinde kullanmaktadır. Türk devletinin sömürgeci karakterinin bir izdüşümü olarak görülebilecek mevcut savaş konsepti ile varlığını inkar ettiği Kürdistan coğrafyasını bütünlüklü bir şekilde kavramakta ve siyaseten süreklilik yakalayabilmek adına hem uluslararası ilişkilerin yapısal krizlerini, hem de devlet-içi çelişkileri fırsata dönüştürerek bir ‘ilhak ve işgal diplomasisi’ yürütmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki 1921 Anayasası ve sonrasındaki bürokratik, oligarşik cumhuriyete damgasını vuran inkârcı-tekçi zihniyet arasındaki ikilem de konumuz açısından baktığımızda, kapitalist modernite tarafından esas alınan “ulus-devlet” zihniyet ve modeli ile demokratik modernitenin demokratik ulus anlayışı ve modeli arasındaki ikilemi günümüzün görünür olanıdır. Yeni Savaş doktrini, düşük yoğunluklu çatışma, savaş dışı harekât, asimetrik savaş ya da kalkışma ile mücadele gibi yeni kavramlar tarihsel savaş makinesinin yeni organları olarak toplumsal bilinçaltına nüfuz eden ulus-devlet iktidarlaşmasının yeni formasyonu olarak, özellikle Ortadoğu ve Kürdistan sahasında, 3. Dünya Savaşı’nın stratejik ve taktik yönelimleriyle yeniden üretime tabi tutulmaktadır.

Nimet Sevim – Demokratik Modernite Dergisi

Leave a comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *