Nusaybin direnişinde Egid – 1: “Şehit düşersem 15 güne kadar ilan edilmesin”

By on 31 August 2021 0 842 Views

       “Eğer şehit düşersem, 15 güne kadar, şahadetim ilan edilmesin.” diyen Agid arkadaşın 24 saat geçmeden şehit olması, güçlü bir hissiyatı ve öngörüsünün olduğu gerçeğini doğrulamıştı. Kısa bir zaman, yani üç aylık beraberlikten, sonra hemen yanımda vurulması ve elimde, tek bir kelime bile söyleme fırsatı olmadan şahadete ulaşması, yaşamımda benim için en zor anlardan olmuştur. Hayatını, özgür yaşamları için adadığı halkının ve sevdiklerinin, şahadete ulaşsa dahi üzülmemelerini bile istemeyen düşünceli bir gerçekliği vardı. Böylesi büyük bir duygu ve adanmışlığın ifadesiydi. “Niye öyle söylüyorsun, böyle konuşma” desem de “Herkes o özgür yaşam anlarını görmek ister, yalnız var olan gerçekler bazen istediğimiz gibi olmuyor” dedi. Agid arkadaş özellikle “önümüzdeki bu 15 günü hayatımdan daha önemli görüyorum” diyordu. “O gün geldiğinde kesin dünyanın en mutlu insanı olacağım” diyordu. Anlattıktan sonra, yaşama ne kadar anlam verdiği görülüyordu. Agid arkadaşı, Nusaybin Özyönetim direnişinde tanımıştım. Birçok insan için üç ay gibi bir zaman diliminin belki de çok da kıymeti harbîyesi yoktu. Ancak Agid arkadaşın ise bu üç aylık zamanın her anını büyük destansı kahramanlıklarla dolu geçirdiğini ve büyük anlam verdiğini, pratiği ile göstermişti. Nusaybin direnişinde düşmana kâbus ve sendrom yaşatan, bu direnişte en çok rol oynayan arkadaşlardan biriydi. Her ne kadar kelimeler ve söylemler Agid arkadaşı anlatmaya yetmese de bir nebze de olsa tarihe not yazmayı ağır bir yoldaşlık görevi bildiğimden, kalemim yettiğince anlatmak istiyorum. Tanıdığım andan ve şehit olduğu ana kadar, bu üç ayı hiç pişmanlık duymadan, dolu dolu yaşadığını ve düşmandan, birikmiş bin yılların intikamını almak istercesine, tüm kinini büyük bir hırsla, destansı bir mücadele ile yaşamıştır.  Son sözleri, son bakışına kadar, ne anlatmak istediğini kısmen de olsa söylemek yerinde olacaktır.

       Agid arkadaş Mardin Nusaybin doğumlu, yurtsever bir ailede büyümüştü. Her ne kadar harekete aktif bir katılımı olmasa da yurtseverlik duygusu onun içinde bir volkan gibi yanıyordu. Kürdistan da Demokratik Özerlik ilanlarının başlaması ve düşmanın Kürtlere karşı baskısı ve imha konseptine rağmen Nusaybin’e ailesi ile gelip, direnişe katıldı. Duruşu ve katılımı ile direk kendini belli eden, içten ve samimi bir katılım sergiledi. Ağid arkadaşı ilk gördüğüm de merak ederek tanıdığım bir arkadaşa “kim bu arkadaş?” diye sorduğumda. “Önceden bizle olan Bozo’nun abisi Agid’dir. Direnişe katılmak istiyor” dedi. Hiç zaman harcamadan, her çalışmaya katılarak kendini zaten kabul ettirmişti. İnanılmaz pratik bir zekâ ve atikliğe sahipti. O kadar içten, samimi bir duruşu vardı ki, her arkadaşta direk bir sempati uyandırıyordu. İlk başlardaki hendek ve barikat yapma, sokak tutmalarda, Bursa’dan gelip arkadaşlara yardımcı oluyormuş. Daha sonra Agid arkadaşın, kardeşi Bozo arkadaş düşmana esir düşünce, Agid arkadaş da adeta kardeşinin mücadele bayrağını devralıyor. Hemen hemen ALİKA mahallesinin her insanı onu tanır ve bilirdi. Bir yandan Agid arkadaşı severlerdi, bir yandan da herkes ondan çekinirdi. Özellikle yurtsever olmayan ya da yurtsever olup da kendini geride tutan kişilere çok sinirlenir, onların en küçük bir yanlışında dahi onlara tepkilenip, tavır koyardı. Son aşamada ailesini de alarak Nusaybin’e gelerek, artık tamamen geldiğini ve ne gerekirse yapmaya hazır olduğunu belirtmişti.

Bulunduğumuz mahalle ALİKA aşiretinin büyük çoğunlukta olduğu bir mahalle idi. Bundan dolayı burası halk içinde ALİKA olarak bilinirdi. Agid arkadaş da bu aşirettendi. Direnişin başında Agid arkadaşın annesi, Agid arkadaşın evli, eşinin ise hamile olduğunu ve bir de küçük bir kızı olduğundan kaynaklı, kısıtlı katılması ricasında bulundu. Ayrıca “bizleri dinlemez, siz tembihleyin” diye bizi her gördüğünde dile getirirdi. Böylesi daha iyi olur dedik. Biz de bu konuda hem fikirdik. Ancak Agid arkadaş ise kendini aktif olarak, devrimin bir parçası olarak çoktan ikna etmişti bile. Neredeyse bütün çalışmalara gece gündüz demeden katılıp, her katıldığı işi kesinlikle en iyi, en sağlam bir şekilde yapan ve bitiren olmuştu. Arkadaşlara da büyük moral kaynağı olup ve kendini kabul ettirmişti.

Demokratik öz yönetim direnişleri güçlenmiş ve bundan kaynaklı da düşman tüm gücü ve tekniği ile vahşice saldırıyordu. Düşman özelikle psikolojik ve özel savaşla halkı korkutup, yer yer kadın, çocuk demeden, hedef gözetmeksizin ateş edip öldürüyordu. Halkta bir korku ve ne yapacaklarını bilmeyen, çaresiz bir hava oluşturuyordu. Partiye en çok bağlı olanlar bile yavaş yavaş gitmeye başlıyorlardı. Agid arkadaş buna çok kızıyor ve daha çok bağlanıp katılımını arttırıyordu. Cizre ve Sur’a destek amaçlı İpek Yolu’ndan, Cizre’ye takviye giden düşmana eylemler yapma ve mevzilerimizi genişletip güçlendirmemiz istenmişti. Bazı eylemler yaptık, özellikle İpek Yolu’ndan Cizre ye giden takviye konvoylarını vuruyor ve yer yer tuzaklar bıkarak, darbeliyorduk. Arkadaşlar ve halk bu eylemlerden büyük coşku ve moral alıyorlardı. Düşman yolunu değiştirip, tedbirlerini çoğaltıyor, birde halka daha çok rast gele ateş açıp, vuruyordu. Agid arkadaşın eylemlere korkusuz, gözü kara katılımı, herkeste bir hayranlık bırakıyordu. Hiç eğitim görmediği halde, anında ayaküstü gördüğü her silahı kullana bilen bir yeteneğe sahipti. Daha ilk katıldığı eylemde, B-7 silahını kullanan arkadaş attığı roketi vurmayınca, arkadaştan B-7 silahını alarak düşman aracına atıp, vuruyor. Neredeyse her eyleme katılmak için ısrar eder, eylemlerde oldukça coşkulu, sanki düşmandan bin yılların intikamını alarak, günahlarından arınıyor misali, ferahlıyor gibiydi. “Ölsem de gam yemem artık” diye her seferinde bir slogan gibi tekrarladıkça, yüzüne inceden bir gülümseme yansırdı.

Bir seferinde gizliden kaçmak isteyen bir adamı yakalayıp, iyice dövdükten sonra, asayiş olarak kullandığımız bir eve getirip, tutukluyorlar. Asayişe geldiğimde, kapalı odada gelen feryat ve ağlama sesine, “ne oluyor?” deyince, arkadaşlar, Agid ile bir genç arkadaş birini yakalayıp dövmüşler. Durumu anlatınca tutuklu adamın yanına giderek onu sakinleştirmek için konuştum. Adam utancından kendine küfredip, “hak ettim” ve çaresizlikle “ne yapayım bilmiyorum?” diyerek başını önüne eğiyordu. Adamı bıraktıktan sonra Agid arkadaşı çağırdım, her zamanki gibi bir şeylerle uğraşıyordu. Bozuk küçük bir kepçemiz vardı, yapmak için usta arıyorduk, kendisi anladığını, yapıp kullanabileceğini söylemiş. Geldiğinde neşeli bir şekilde, heyecanla “heval kepçe çalıştı, küçük bir arızası daha var, parça istedim, nerdeyse gelir, takarım tamamdır.” Dedi. Neşeli, keyifle, arkadaşlara esprilerle mahalleyi kale gibi yapacağız, düşmana inat küçükten küfürler de edip gülüyordu. Agid arkadaşa o kadar alışmıştık ki herkese de kendini sevdirmişti.

Moralini bozmayı istemesek de hiçbir şey yokmuş gibi de yaklaşamazdık. İnsanları dövmek kesinlikle kabul edilmeyen bir durumdu. Arkadaşlarla birlikte tartışıp onu kırmadan, konuşmak, kavratmak gerekiyordu. “Agid arkadaş insanları dövmek olmaz. Sebep ne olursa olsun, bu konularda uyarılar yapılmıştı. Niye kendi başına hareket ediyorsun, bunlar suçtur,” desek de haklı olduğunu, kim ne derse desin böylelerine karşılığını vereceğini söylüyor, birde aldırmadan gülüyordu. Birazda ağırlığına girmesi için, “iki gün asayişte tecrittesin, kimseyle, arkadaşlarla bile konuşman, çalışmalara katılman yasaktır” dedik. “Bu durumlar bizleri zedeliyor, sen basit ele alıyorsun, kurallara uyman gerek, sen alaycı ele alıyorsun” dedik. Yine de itiraz etti, “çok işim var, kepçenin yanına gidiyorum, şikâyeti olan varsa yanıma gönderin” Dedi. “Bir de boş verin heval, bu kadar iyilik zamane insanlarına yapmayın, değmez” Diye, şakayla karışık “sıkmayın canınızı” Diyordu. Arkadaşlar ile içten içe gülüyor, belli ettirmemek için, birbirimize kaş göz işaretleri, yaparak belli ettirmemeye çalışıyorduk. Daha ciddi bir şekilde “Agid HEVAL tutuklusun deyip, tabancanı da verip, her ikinizde yukarı odaya girip, izinsiz kapı dışına çıkma dahi olmayacak, dinlemesen evine git, burada yerin yok” Dedik. Eksikliğin farkına varınca tamam, zor bela ayarlayıp ona verdiğimiz tabancayı da isteyince, ısrarla “neden onu bırakayım, yanımda kalsın” dese de “cezan bitene kadar bırakacaksın, kuraldır, cezan bitince yine alırsın,” Dedik. Kaygısı başkasına verip, bir daha alamamasıydı. Tabancayı çok seviyordu, her halde ona en büyük ceza, silahsız bırakma oldu.

Daha yarım saat geçmeden, kepçenin parçası geldi. Ancak kepçe ile o ilgilenebilirdi, bunu bildiğinden, “HEVAL gidip bakıp geleyim” dedi. Bizde onu uyararak “parçayı takıp geleceksin, hiç kimseye bulaşmadan, birde kimse ile konuşmama şartı ile git gel” dedik. İyice anlamıştı, kurallar dışına çıkmanın suç olduğunu. Ceza olarak telefonlarını da aldığımız için, ailesi aradığında ulaşamıyorlar. Agid arkadaşın annesi, Agid arkadaşın küçük kızını da yanına alarak, asayişin olduğu eve geldiler. “Agid telefona çıkmıyor merak ettik telefonu genelde açık olurdu bir şey mi var?” Bizde, “Agid iyidir, biraz işi var, bir yere gitmiş birazdan gelir.” Dedik. Agid’in annesi mahallenin sevilen, saygı değer, mütevazı, yurtsever bir insanıydı. Annenin endişesi olmasın diye, “Agid sivil bir adamı dövmüş bundan dolayı dışarı çıkmama ve insanlarla konuşmama cezası verdiğimizi ve tecritte olduğunu, odada cezalı olduğundan telefonunu da aldığımızdan dolayı kapalıydı.” Dedik. Anne oğlunu çok iyi tanıdığından “tahmin ediyorum heval bizi zaten dinlemiyor, siz artık ona dikkat etseniz iyi olur, birde söyleyin, arada sırada eve gelip eşi ve kızını görsün, çok merak ediyorlar, özellikle eşi çok üzülüyor.” Dedi. Eşi, Türk olmasına rağmen mütevazı ve mücadelemize anlam veren bir insandı. Birde eşi altı yedi aylık hamileydi. Agid arkadaşın kızı da iki yaşlarında, mavi gözlü, sarı saçlı, şirin mi şirin, tıpa tıp Agid arkadaşa benziyordu. Anneye tamam diyerek, “söz geldiği gibi hemen göndereceğim, gelmese bile, ceza olarak verdiğimiz zamanı bitirene kadar sizin yanınıza göndereceğim.” dedim. Ağid arkadaş kısa bir zaman sonra geldi. Yine keyfi yerinde “heval tamamdır” dedi. Kepçe hazır, bir de öneri yaparak “heval söz, kimseye karışmam, kendi başıma izinsiz hareket bile etmem, izin verin kepçeyi kullanayım” diyerek çalışmak istediğini söyledi. Bizde bunu fırsat bilerek, “bir şartla, eve gideceksin aileni görüp, yarına kadar cezan da biter, gelir katılırsın oldu mu? Bir de ailenle hiç ilgilenmiyorsun iyi değil” diyerek eleştirdim. “Tamam diyerek yarın erkenden gelirim”. “Tabancanı da al silahsız gitme” deyince, dünyalar onun olmuş gibi sevindi.

Agid arkadaş diğer gün gelir gelmez kepçeyi çalıştırarak, belirlediğimiz sokaklarda hendekler yaptı. Ayrıca bahçelerden toprak çekerek mevcut barikatları da güçlendirmeye başlamıştı. Düşman mahalle içindeki mevzilenmelerimizi, deşifre etmek için sık sık drone keşif uçaklarını kullanıyordu. Mahallede bir ara mermi sesleri gelince, arkadaşlar bakıyor ki, Agid arkadaş otomatik bir tüfekle keşfi kovalayıp, düşürene kadar mermi atmış. Arkadaşlar Agid’in yanına gidiyor. Agid arkadaş, mermi attığı için çekinerek, “inşallah bir sorun yoktur değil mi?” diye soruyor. Genel cephane sorunumuzun olduğunu bildiği için o da yanlış yaptıysa, bu yanlışını hafifletmek için, hemen “HEVAL drone’yi tüfekle vurdum ha” deyince, arkadaşlar da anlıyor, onlarda “sorun yok “HEVAL” iyi yaptın vurdun, bunlar zaten sık sık rahatça gelip gidiyorlardı” deyince “Sorun yoksa, bol bol tüfek mermisi ayarlamışım, artık gelsinler de göreyim” diyerek gülmüş. Artık nerde bir keşif uçağı görse ya da sesini duysa hemen oraya koşar ateş ederdi. Dronlar artık rahat gelip gezemiyorlardı. Gelselerdi dahi çok yükseklerden geziyorlardı.

Leave a comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *