- Home
- DEMOKRATİK ULUS
- DEĞERLENDİRMELER
- Savaşların Dönüşen Niteliği ve Kürt Meselesi

Savaşların Dönüşen Niteliği ve Kürt Meselesi
Kavramsal Çerçeve
İktidarcı zihniyet tarafından askeri bir deha olarak lanse edilen Clausewitz’in Savaş Üzerine adlı çalışması, savaş veya çatışmalar üzerine yapılan neredeyse tüm araştırmalarda referans kaynak olarak kullanılmaktadır. Peki Clausewitz’e göre savaş nedir? ‘Düşmanı irademize kabule zorlamak için bir şiddet kullanma eylemi’ ve aynı zamanda ‘siyasetin başka araçlarla devam etmesidir.’1 Dikkat edileceği üzere, bu çıkarımda savaş çelişkilerin asli çözüm platformu olarak görülüp ele alınır. Hakikat, anlam savaşından ziyade askeri savaşta aranır. Fakat Foucault’ya göre ise tersi doğrudur: “Doğa gereklerine ya da düzenin işlevsel ihtiyaçlarına inanmamıza yol açan unutuşların, hayallerin ve yalanların altında savaşı bulmak gerekir. Çünkü savaş, barışın şifresidir. Tüm toplumsal varlığı da sürekli olarak bölüp durur; her birimizi bir kampa ya da başka bir kampa yerleştirir.”2 Yine benzer eleştirel yaklaşımda Wallerstein, savaşı serbest piyasa ekonomisinin istikrarı ve kusursuz temini için büyük güçlerin yayılmacı ve düzenleyici faaliyetleri olarak görür. Kant ise savaşı, bütün kötülüklerin kaynağı ve ahlaksal bozulmanın uğrağı olarak betimleyerek ‘ebedi barış’ önerisinde bulunur.
Abdullah Öcalan’a göreyse, savaşı esas alarak iktidar güçleri dayatırlar. Çünkü varlık nedenleri halkın elindeki birikimlere bu yolla en kestirmeden el koymaktır. Başka bir deyişle, savaşçıl bir toplumsal düzende değerlerin gaspı ikna yerine zor ile yapılır. Bu durum toplumsal doğayı derinden yaralar ve sakatlar. Nihayetinde savaş, toplumsal yaşamdaki yabancılaşmanın en aşırı ve vahşi biçimi olarak kendini var eden bir olguya dönüşür. Halklar ve ezilen sınıflar ise varlıklarını korumak için zorunlu ve meşru olarak direniş savaşıyla bu talancı dayatmaya karşı cevap verirler. Toplumların korunma refleksleri gelişerek yabancılaştırıcı savaşa karşı toplumsal varlığı koruyucu öz savunma savaşı biçimini alırlar. “Savaşlar halkın seçeneği değil, varlıklarını, onurları ve özgür yaşam düzeylerini korumak için gerekli olan mecburiyetlerdir.”3 Bu anlamda, topluma karşı yürütülen savaşın kendisi olan iktidar eylemi ile buna karşı toplumun meşru savunmasını aynı içerikte görüp değerlendiremeyiz.
Genel olarak savaşın kendisi iktidar amaçlı olup çelişkileri çözerek aşmaya değil, daha da yozlaştırmaya ve siyasetin tasfiyesine hizmet eder. Bu yaklaşımın temelinde, çelişkiye zemin olan ikilem üzerinden taraflardan birinin tümüyle boyunduruk (tahakküm) altına alınması ve bu yolla çelişkinin ortadan kaldırılması veya kaldırılabileceği kavrayışı bulunmaktadır. Tarihsel deneyler ve bilimsel gerçeklik bu bakışı doğrulamamaktadır. Çünkü çelişkiye taraf olan ikilemler zor yoluyla ortadan kaldırılamaz. Ancak zamanla işlevsizleştirilerek aşılabilirler. Nasıl ki doğada karşıtların birbirleriyle yüklenerek dönüşmesi söz konusuysa, toplumsal ikilemlerde de karşıtların mücadelesini zıtların birbirlerini yok etmesi temelinde değil dönüşümü üzerinden kavramak daha bütünlüklü bir yaklaşım ortaya çıkarır.Öcalan, karşıt sistemi yok etmek değil ilkeli mücadele yoluyla aşmanın esasını demokratik anlayışın merkezine oturtur. Bu da devletin ve toplumsal sorunların savaşla değil, siyasetle aşılması mücadelesidir. Muktedirler iktidarlarını ‘topluma karşı bir savaş’ olarak kurarlar. Savaş, muktedirin uhdesinde kurucu bir kavrama dönüşür. Savaş mefhumu, iktidar merkezli siyaset ve idareciliğin sultası altında hem nedeni hem sonucu oluşturan sosyal bir değişken olarak topluma karşı farklı araç ve yöntemlerle yürütülen büyük bir makineye dönüştürülür. Bu makinenin çalışabilmesi için rızanın imalatı, toplumsal ikna ve kabul süreçlerinin üretilmesi, kitlelerin içinde ve kitleleri savaş mefhumuna yabancılaştırarak yakıt olarak kullanılır. Dolayısıyla savaş olgusu, tekelci güç ilişkilerine dayanarak toplumun ahlaki ve politik yapısını sömürgeleştiren çok yönlü komplike bir taarruz siyasetidir. Farklı bir anlatımla; kendisine iktidarın meşruluk elbisesi giydirilerek, hukuk kılıfına bürünmüş ve kurumsallaşmış çerçevesi olan savaş makinesi toplumdan bir sapmadır. Toplumlara kabul ettirmek istedikleri hususlar, zorla ve meşru/yasal organlarıyla kompleks bir savaş makinesi üzerinde dayatılır.
Devlet merkezli savaş-siyaset yaklaşımı bir süreklilik içinde düşünülmelidir. Egemenlerin çıkarlarını tesis etmek amacıyla var olan yasalar, kurumlar, ekonomik eşitsizlikler ve hatta toplumsal-siyasal dil içinde savaş yeniden kodlanır. Savaş makinesi ise sürekli olarak toplumu gözetleyen, kontrol eden ve baskılayan bir kumanda merkezi biçiminde tasarlanan karargah görevini üstlenir. İktidar odaklı ve devlet merkezli siyaset, savaş makinesinin içerisinde yeniden kodlanır ve kumanda edilir. Topluma karşı yürütülen fiziki savaşlar, özel ve psikolojik savaşlar ise bir arada yürütülür. Biri diğerinin yerine ikame edilemez. Farklı disiplinler olduğu için üst üste binmiş, fakat birbirini besleyen pratiklerden müteşekkildir. Topluma karşı fiziki ve mecazi araçlarla savaşma kapasitesi, politik toplum bileşenlerini tutsak alıp egemenliklerine bağlayarak iktidar hanelerine hapsederler. İktidara eklemlenerek hapsedilen toplumsal unsurlar ise, devletin hizmetine girerek sömürü nesnesi haline gelir. Sermaye ve iktidar tekeli, böylece savaş yoluyla kümülatif bir tarzda Öcalan’ın daha açıklayıcı tasviri ile ‘yuvarlanarak büyüyen kartopu’ misali birikim zeminini yeniden üretir.
Böylesi geçiş dönemlerinde; bir yanda toplumun demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi damarının, geleneğinin mücadelesi, diğer yanda ise savaşı merkezine alan iktidarcı kliklerin, güçlerin ve geleneğin kendisini koşullara uyarlayarak yeniden yapılandırma çabaları çok daha belirgin bir görünüm arz etmektedir. Bu mücadelenin sonucunun belirlenmesinde ise zihniyet, moral-ahlak ve politik bakımdan önceden hazırlıklı sistemli ve örgütlü olan güçlerin daha avantajlı olduklarını, sürece ve yeni oluşuma kendi amaç ve hedeflerini yansıtmalarının daha olası olduğunu söyleyebilmekteyiz. Nasıl ki iktidar toplumsal birimlerden tek tek bireylere, küreselden yerele kadar tüm düzlemlerde örgütlenmiş, propaganda ve savaşlar dâhil her tür eylem biçimine başvurmaktadır; demokratik toplum birimleri de tüm bu düzlemlerde direnişçi ve özgürleştirici örgütlenme, propaganda ve uygun/meşru eylem biçimlerini hayata geçirmek durumundadır.
Savaşın ana kaynağı, bir gasp ve sömürü tekeli olarak devlettir. Devleti kurumlaşmış ve meşruiyet kazandırılmış bir savaş makinası olarak yeniden tanımlamak konuya açıklık getirecektir. Devletin gelişimi ve zaman içinde aldığı forumlar savaş tarihinin gelişimi ve türevlerinin özet hali gibidir. Ulus-devlet formu, Hegel de dile geldiği gibi yeryüzüne inmiş tanrı kutsiyetindedir. Napolyon’un komuta ettiği emperyal savaşlarla mükemmel hale gelmiştir.Ulus-devletin diğer devlet forumlarından ayrı olarak farkı savaşı toplumsal yapının tümüne yayarak kalıcı hale getirmesidir. Sürekli bir savaş hali ile toplum, iktidar tekelinin taşıyıcı kolonu haline getirilmektedir. Bu savaş sadece ordularla yürütülmüyor, paranın komutasında ekonomik sosyal alanların tümünde tarihsel kültürel 18 dokuların en kılcal damarlarına işleyecek derinlik ve genişlikte yürütülüyor. Özetle bütün kurum ve örgütlenmeleriyle topluma karşı sürekli bir savaş hali dayatılıyor. Bu nedenle Ulus-devlet ile birlikte ortaya çıkan toplumsal yapının özgürlük düzeyi dumura uğratılmıştır. Ulus-devlet formasyonun yarattığı etkiler, otoriter gösteri ve tüketim toplumu, tecavüz ve linç ‘kültürü’ ile faşist sürüleşme tasvirleri ile açıklanmaktadır. Devlet tekeli ile başlayan ve ulus-devlet formuyla kurumlaşan savaşçı toplum, ahlaki ve politik toplumun reddi ve sistematik olarak inkârı üzerinde varlık kazanıyor. Savaşçı iktidar toplumu ile demokratik toplumu özenle birbirinden ayırmalıyız. Tarihsel ve yapısal geçiş aşamalarında barışçıl demokratik toplum ile savaşçı devletli uygarlık toplumu arasındaki ikilemler ve mücadele halini çeşitli örneklerle gözlemlemek mümkündür. Neolitik toplumdan çıkışta, bir tarafta ihtiyar meclislerindeki kabile demokrasisinin direnci, diğer tarafta kabilenin bütününe ihanet eden kabile aristokrasisinin kendi hanedanlığını kurma çabaları. Büyük bir vicdan devrimi temelindeki Hristiyanlık ile aynı dinin üç yüz yıl sonraki devletleşmiş hali arasındaki uçurum, modern Avrupa tarihinin kaba bir özeti gibidir. İslam dinin çıkışındaki Medine Sözleşmesi’nde ya da reformcu Hz. Ali yanlılarının tutumlarında somutlaşan demokratik İslami toplum mücadelesi ile Emevi hanedanlığında sonuç alıcı aşamaya ulaşan iktidarcı-sultan geleneği arasındaki ikilem ve mücadele oldukça gerilimli ve kanlıdır. Kralı tahtından indirip giyotine gönderen Fransız Devrimi’nde demokratik komün geleneği ile ‘ulusa sahip çıkma’ iddiasındaki devlet merkezli uygarlık anlayışı arasındaki ikilem oldukça kapsamlı mücadelelere sahne olmuştur. Almanya’da dağınık haldeki prenslikler tarafından boyunduruk altında tutulmaya çalışılan halk topluluklarının demokratik esaslara dayalı konfederal bir örgütlenmeyle mi, yoksa merkezi ulus-devlet etrafında mı ağır ve yapısal sorunlarına çözüm bulabilecekleri tartışması merkezi-devletten yana sonuçlanırken, savaş makinesi yine iş başındadır. Nitekim Rus devriminin başlangıç aşamalarındaki Sovyetik örgütlenme esası ile giderek öne çıkan ‘sosyalist değerlere bağlı devlet’ iddiası ve proletarya diktatörlüğü arasındaki ikilemin bir sonucu olarak Sovyetlerin giderek etkisizleştirilmesi yine bu tarihsel çelişkilerin bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Savaşların Dönüşen Niteliği ve Yeni Savaş Doktrinleri
Savaş üzerine yapılan güncel akademik çalışmalarda tarihsel olarak dört nesil savaş konseptinin varlığına işaret edilmektedir. Savaşın nesiller arası çeşitliliklerine geçmeden önce bu tarihsel tasnifin modern devlet olgusu ile başlatıldığına dikkat çekmek gerekir. Sınır ve toprak kavramı üzerinden temellendirilen modern teritoryal devlet tasarımının temel örgütlenme modelini ordu ve savaş yapma kapasitesi çerçevesinde kurgulamıştır. Bu çerçevede, maddi üretim ve vergilerin temini gibi temel ekonomik konular, devletin savaş yeteneğine biçilen ehemmiyet ölçeğinde örgütlenmiştir. Zora ve savaşa yönetsel düzeyde duyulan bu ihtiyaca binaen şiddet ve disiplin toplumların yaşamlarında giderek daha merkezi bir konum kazanmıştır. Devlet kendisine bağlı olan ordu ile simgeleşerek yakın dönemlerde daha da sağlam kurumsal temellere ulaşmıştır. Bu kurumsallaşma süreci, 20. Yüzyılda özgül bir savaş pratiği olarak “topyekûn savaş” düzeyine ulaşarak doruk noktasına ulaşmıştır.4 1789 Fransız Devrim’i bu bağlamda bir kırılma noktası olarak görülebilir. Devrim ile birlikte yaşanan büyük alt üst oluş, toplumsal ve siyasal hayatı derinden etkilemiş ve büyük dönüşümler yaşanmıştır. Savaş olgusu ise kademeli olarak kitlesel bir nitelik kazanacaktır. Zira, yaşanan kitlesel dönüşüm ile topyekûn bir karakter kazanan savaş olgusu ulus-devlet tasarımı içinde yeniden üretilmiştir. ‘Yurttaş’ kavramı savaş makinesinin içinde anlamlandırılarak vatanı ve mensubu olduğu ulus için savaşan ‘yurttaş-asker’ kurgusu tekil bir düzeyde kurgulanırken, ‘halk[1]ordu’ figürasyonu çerçevesinde de kitlesel bir veçhe kazanır. Milliyetçi ve şoven bir propaganda eşliğinde karşıdakinin düşman olarak görülmesi, önce savaşın-şiddetin toplumsal bir meşruiyet zemininde üretilmesine ve ardından topyekûn bir hal almasına imkan sağlamıştır.
Topyekün savaş çağının alametifarikası ise sanayi devrimidir. Sanayi devrimi öncesi savaşların karakteri topyekün olmaktan uzaktır ve genellikle birinci nesil savaşlar olarak adlandırılırlar. Zira; çok sayıda piyade ve geleneksel silahlarla sınırlı bir alanda gerçekleştirilen birinci nesil savaşlarda topçu ve süvari birliklerinin öne çıktığı, kazananın birkaç gün içinde belli olduğu, mevzilenme, manevra ve aldatmanın hoş karşılanmadığı gözlemlenmektedir.5 Sanayi devrimi ertesinde ortaya çıkan ikinci nesilde savaşların belirleyeni ise teknolojik kapasitelerdir. Topyekûn savaş olarak tasvir edilen ikinci neslin en çok bilinen ve tartışılan örnekleri I. ve II. Dünya Savaşlarıdır. Dünya savaşları, sömürgeciliğin yüksek üretim düzeyi ile ortaya çıkan toplumsal artı değeri gasp etmek adına küresel düzeyde pazar hâkimiyeti arzusunun dışavurumudur. Bu motivasyonu sağlayacak askeri ve sivil alandaki teknolojik dönüşümlerin (buhar gücüyle çalışan makineler, demiryolu, elektrikli telgraf ve de yiyeceklerin daha uzun süre saklanmasını sağlayacak teknolojilerin) kitleselleşmesi ise savaşın ulusun tümü tarafından desteklenmesini ve yürütülmesini sağlamıştır. İki dünya savaşının ertesindeki Soğuk Savaş dönemi ise üçüncü nesil olarak kategorize edilir. Bu dönem çoklu savaş odakları ile değil hegemonik güçler arası askeri ve jeopolitik rekabet ile tanımlanır. Yürütücülüğünü ABD ve SSCB yaptığı bu iki kutuplu sistemde topyekûn savaştan ziyade savaşların çevre ülkelerde gerçekleştiği ve süper güçler arasında zorunlu barışın olduğu bir siyasal panorama vardır. Bu dönemde savaş olgusuna eşlik eden barışçıl alternatifler ön planda tutulsa da, aslında Soğuk Savaş dönemi nükleer silahlanmanın 1970’lere kadar kontrolsüz şekilde artışı sonucu ortaya çıkan ‘dehşet dengesi dönemi’ olarak da tanımlanabilir.6 Yine üçüncü nesil savaşlarda öne çıkan unsurlardan olan manevra ve hız kabiliyetleri bu dönemin belirleyici özelliklerindendir.
Sovyetlerin çöküşünden günümüze değin süregelen mevcut zaman dilimi içindeki savaşlar dördüncü nesil olarak adlandırılmaktadır. Soğuk Savaş sonrasında giderek görünür hale gelen küreselleşmenin yarattığı etki ile birlikte uluslararası sistemde yaşanan derin değişimin, devlet ve devlet dışı aktörler arasındaki işbirliği modelleri kadar çatışma modellerini de şekillendirdiği görülmektedir. Bu noktadan hareketle dördüncü nesil savaş stratejilerinin kendisinden önceki savaş ayrımlarından oldukça farklı olduğu gözlenmektedir. Artık konvansiyonel savaş yerine terör ve gerilla eylemleri ile şekillenen bir muharebe sahasının olduğu, toprak hâkimiyeti yerine nüfusun kontrolünün strateji olarak belirlendiği ve ağırlıklı olarak profesyonel paralı askerlerin kullanıldığı bir savaş olgusu söz konusudur.
Görece daha karmaşık ve zamana yayılmış düşük yoğunluklu çatışmaların varlığı, bilinen anlamıyla savaşın milli sınırları aşması, düşman olarak addedilen grupların dil, tarih ve kültürüne dönük doğrudan saldırıların geliştirilmesi, askeri güce eşlik eden iletişim araçlarının ortaya çıkardığı manipülasyon olgusu, algı operasyonları, özel ve psikolojik savaş vb. dördüncü nesil savaşın diğer karakteristik özellikleri biçiminde sıralanabilir.
Yeni nesil savaşları betimleyen tüm işaretlerin ortaya çıkardığı en hassas durum savaş ve barış arasındaki ayrımın bulanıklaşmasıdır. Yine giderek savaşın ana bir karakter olarak küresel devletler ile toplum arasında derinlik kazanması; topluma karşı açık, örtük ve kapsamlı bir savaş halinin yaşıyor olmasıdır. Böylelikle belirlenmiş muharebe alanlarının veya cephelerinin olmadığı, siviller ve askerler arasındaki farkların ortadan kalktığı; demokratik toplumun hedef alındığı bir aşamaya geçilmiştir.Dördüncü nesil savaş doktrinleri içinde Asimetrik Savaş yaklaşımının özel bir bağlamı vardır. Başka bir deyişle, simetrik savaş doktrinleri yerini asimetrik savaş doktrinlerine bırakmıştır. Asimetrik savaş doktrininde düşmanı yok etmeyi doğrudan hedeflemeyip onun maneviyatını ve kazanma azmini kırmak suretiyle etkili olmak amaçlanmaktadır. Terörist saldırılarla toplumu yıldırmak ve asimetrik savaş unsurları ile hasım tarafın hareket ve tepki kabiliyetlerini kısıtlamak, teknolojik iletişim araçları, sivil toplum örgütleri ve benzeri aktörler vasıtasıyla hasmın düşman karşısında çaresiz olduğu psikolojisine düşürmek ve kararlılığını yitirmesini sağlamak temel taktiklerdendir. Asimetrik savaş, sivillerin günlük yaşamına en fazla tesir eden ve yaşam alanlarına verdiği zarar açısından maliyeti en yüksek olan savaşlardır.8 Simetrik savaşın temel formasyonu olan devletin devletle savaşma prensibi, yerini devlet dışı politik aktörlere bırakan asimetrik savaş mimarisini inşa eden bir uzama evrilir. Bu durum, ulus-devletlerin Westphalia Antlaşması ile kurumsallaştırdığı şiddet kullanımı ve zor tekelini zayıflatan bir komplikasyon olarak ortaya çıkmıştır. Yeni savaş çalışmalarının bilinen isimlerinden Martin Van Creveld, Clausewitz’in Savaş Üzerine adlı eserinde pragmatik biçimde ele aldığı devletler arası savaş döneminin kesin bir biçimde sona erdiğini, savaşların uzun süre kısık ateşte ağır ağır kaynatıldığı, düşük yoğunluklu savaşlar döneminin başladığını ifade ederek, Clausewitz’in yeni savaş çalışmalarında yeri olmadığını belirtmiştir.9 Bu nedenle yeni savaş çalışmalarında savaş, çok farklı yaklaşımlarla ele alınmasına karşın öne çıkan teoriler ve teorisyenler bazı ortak noktalarda birleşirler. Öncelikle, dünyadaki çatışma bölgelerinin Avrupa’dan post[1]koloni bölgelerine kaydığını ifade ederler. İkincisi çatışmaların artık devletler arasında değil, devletler içinde gerçekleştiğini vurgularlar. Üçüncüsü, yeni savaşların araçları ve aktörleri bakımından eski savaşlarla benzerlik göstermediğini ortaya koyarlar. Dördüncüsü, yeni savaşların nedenlerinin eski savaşların nedenlerinden farklı olduğunu belirtirler. Beşincisi, sivillerin üzerindeki insani etkilerinin daha derin ve şiddetli olduğunu gösterirler. Altıncısı ise devletin yanı sıra devlet dışı aktörleri de savaşlarda analiz birimi olarak ele alırlar.
Nimet Sevim – Demokratik Modernite Dergisi